E- ISSN: 3023-6215
ANATOLIAN JOURNAL OF GENERAL MEDICAL RESEARCH - Anatol J Med : 16 (3)
Volume: 16  Issue: 3 - 2006
CLINICAL RESEARCH
1.Current Approach To Lower Urinary Tract Symptoms in Ageing Men
Oğuz Mertoğlu, Ferruh Zorlu
doi: 10.5222/terh.2006.36680  Pages 105 - 112 (1658 accesses)
Günümüzde yaşlanan erkekte alt üriner sistem semptomlarına olan yaklaşım değişmektedir. Yaşlılıkla beraber erkeklerde oluşan vücudun s istem ik, nörolojik, mesanenin anatomik ve fonksiyonel değişimlerinin alt üriner sistem semptomlarına etkisi artık daha iyi anlaşılmaktadır. Bu değişimlerin sonucu oluşan semptomlar, sadece benign prostat hiperplazisi (BPH) veya prostatizm gibi kısıtlı tanılara bağlanmamak ve hasta çok yönlü ve ayrıntılı bir şekilde gözden geçirilmelidir. Bu da tanıda BPH için düşünülen basit tetkiklerin beraberinde daha karmaşık tetkiklerin de yapılmasını gündeme getirecektir. BPH için önerilen cerrahi veya alfa blöker tedavisinin, yaşlanan erkekte alt üriner sistem semptomlarını tamamen düzeltemeyeceği bilinmektedir. Depolama semptomlarının da ön planda olduğu hastaların antikolinerjiklerle tedavisi veya bu ilaçların alfa bloker tedavisiyle beraber verilmesi diğer bir tedavi seçeneği olabilir. Yaşlanan erkekte alt üriner sistem semptomlarına yaklaşımda artık dikkatli ve sistematik olmak gereklidir.
Management of lower urinary tract symptoms in ageing man is changing nowadays. Changes in systemic and neurologic features of body and anatomical and functional status of bladder in ageing men is well known. Symptoms arising from these changes should not be diagnosed in restricted terms like Benign Prostate Hyperplasia (BPH) and prostatism and should be reviewed in versatile and detailed way. These changes can result in neccessity of more complex diagnostic tools beside simple tests for BPH. It is also known that surgical or medical (alpha blockers) treatments recommended for BPH could not be a complete solution for lower urinar tract symptoms in ageing men. Anticholinergic treatment of patients with prominent storage symptoms or addition of alpha blockers to this treatment can be an alternative solution. It's essential to become systematic and catious in managment of lower urinary tract symtoms in ageing men.

2.Factors Affecting Organ Donation
Süleyman Tilif, Alp Gürkan, Serdar Kaçar, Can Varılsüha, Cezmi Karaca, Kadriye Onursal, Mustafa Ölmez
doi: 10.5222/terh.2006.37468  Pages 113 - 118 (1365 accesses)
Amaç: Beyin ölümü gerçekleşen bir kişinin organlarının kullanılması için ülkemizde o kişinin aile bireylerinin onayının alınması gerekliliği vardır. Çalışmamızda 2004 - 2005 yılları içinde hastanemizde beyin ölümü gelişen hastalardan organ çıkartımı için izin istenen akrabaların ve hastaların bazı demografik verileriyle onay arasındaki ilişkiler araştırıldı. Yöntem: 2004 - 2005 yılları içinde hastanemiz yoğun bakımlarında beyin ölümü gerçekleşip, organ donörü olabilecek tıbbi uygunluktaki hastaların aileleri ile hastanemiz organ nakli koordinatörleri organ bağışı için yüz yüze görüşmede bulunmuştur. Görüşme sonrası organ bağışı hakkında karar veren birinci derecedeki yakınının hastaya olan yakınlığı ve eğitim durumu ile hastanın yaşı ve ölüm nedeninin organ bağışı ile ilişkisi incelendi. Bulgular: 2004 - 2005 yıllarında hastanemiz yoğun bakımlarında 54 beyin ölümü bildirildi. Bu bildirimler sonucu 53 hastanın aile yakınları ile organ nakil koordinatörleri organ bağışı için görüşme yaptı. 1 hastanın yakını bulunamadığı için görüşme olanağı olmadı. 53 vakadan 30'undan (%56.6) çoğul organ çıkartımı için izin alındı. 53 hastanın 15'i (%28.3) 20 yaşın altında idi. Bu yaş grubunda bağış oranı %66.7, 20 yaş üstünde ise %52.6 seviyesinde kaldı (p=0.539). Görüşme yapılan hasta yakınlarının eğitim seviyesi yükseldikçe bağış oranının da arttığı gözlendi. Ancak bu farklılık anlamlılık kazanmadı. Hastanın ölüm sebebi, birinci derecede yakının yaşı, eğitim durumu, mesleği ve hastaya olan yakınlığı ile organ bağışı arasında ilişki saptanmadı. Beyin ölümünün yoğun bakım hemşiresi veya bakımını üstlenen hekim tarafından tespit edilmesinin koordinatör tarafından yoğun bakım ziyareti sırasında tespit edilmesine göre izin alma oranının yüksek olduğu görüldü (p= 0.011). Organ bağışı hakkındaki ilk görüşmenin koordinatör tarafından yapılmasının da izin almayı kolaylaştırdığı saptandı. Sonuç: Beyin ölümü gerçekleşen kişinin tedavisinde rol alan sağlık personelinin beyin ölümünü deklare etmesinin ardından, aile ile bu konudaki ilk görüşmeyi organ nakli koordinatörü yapmalıdır. Ancak, bu durumda organ bağış izni alınması kolaylaşır. Hastanemizde organ nakil koordinatörlerin bulunması ile ülkemiz ortalaması üzerinde organ bağışı sağlanmıştır.
Aim: Family consent is a legal requirement in our country when harvesting organs from a cadaveric donor, a fundamental organ source for transplantation. In our study we investigated the correlation between the rate of consent received and demographic data concerning the patients with brain death in our institution in 2004 and 2005 and those relatives whose consent was requested. Methods: In the years 2004 and 2005, our transplant coordinators asked for consent from the relatives of patients who developed brain death in our hospital's intensive care units and were medically fit to be organ donors. The two groups of patients and their relatives, one consented for organ donation and the other denied were compared with respect to the patient's age, this person's degree of relation to the patierıt, his level of education, patient's age and the cause of death of the patient. Results: 54 brain deaths were confirmed in our hospital's intensive care units in the years 2004 and 2005. The transplant coordinators asked the relatives of 53 of these brain death patients for their consent for organ donation. One patient's relatives could not be reached. For 30 of the 53 patients (56.6%) consent for multiple organ harvesting was taken. 15 of the 53 patients (28.3%) were below the age of 20, with a rate of consent of 37.5%. For patients older than 20 years, the rate of consent was found to be 52.6% while it was 66.7% in the younger patients (p=0.539). The rate of consent increased as the level of education of the relatives increased, although without statistical significance. The patient's cause of death, the age, degree of relation to the patient, degree of education and job of the closest relative contacted did not have any effect on the giving of consent. Declaration of the brain death by the intensive care unit nurse or patient's attending doctor resulted with a higher rate of consent when compared to cases found out during the coordinators' visit to the intensive care unit (p= 0.011). It was also seen that uuhen the first contact about organ donation with the patient's relatives was made by the coordinators, the chance of concenting was higher. Conclusion: Finding out and declaration of the brain death by the attending health personnel but first contact and discretion to the family by the coordinators resulted with a higher rate of consent. Our transplant coordinators work has resulted in a rate of organ donation remarkably higher than our country's standards.

3.lmportance of Penetrating Wounds of the Gluteal Region
Erdinç Kamer, Haluk Recai Ünalp, Mehmet Ali Önal, Yalçın Karahan, Hasan Börekçi, Yeliz Yılmaz
doi: 10.5222/terh.2006.95601  Pages 119 - 122 (1014 accesses)
Amaç: Kesici alet yaralamasına bağlı gluteal bölge yaralanmaları nadirdir. Bu tarz penetran yaralanmalar hayati tehlike potansiyeli taşır. Bu nedenle bu özellikteki yaralanmaların zamanında değerlendirilmesi ve etkin tedavisi önemlidir. Çalışmamızın amacı bu tip yaralanmalardaki deneyimlerimizi sunmaktır. Yöntem: Gluteal bölge yaralanması olan 42 hasta çalışmaya alındı. Hastaların demografik bilgileri, yaralanma tipi, ek yaralanmalar, yapılan tedaviler ve sonuçları retrospektif olarak incelendi. Bulgular: Bir (%2.3) hastada sadece rektal yaralanma, bir (%2.3) hastada rektal yaralanmayla birlikte ileum yaralanması, bir (%2.3) hastada ise siyatik sinir yaralanması saptandı. Rektal yaralanmak olgulara transanal yolla primer onarım ile birlikte saptırıcı kolostomi, birine ayrıca ileum primer sütür, birinde siyatik sinir onarımı yapıldı. Postoperatif komplikasyon ve mortalite gelişmedi. Sonuç: Gluteal bölgenin penetran yaralanmaları hayati tehlike potansiyeli taşır. Muayene sırasında majör yaralanmadan şüphelenmek ve dikkatli gözlem tanı hatalarını önleyecektir ve erken etkin tedaviye olanak sağlayacaktır.
Aim: Stab wounds of the gluteal region are uncommon injuries. These penetrating injuries can be potentially life-threatening. Thus, they deserve timely evaluation and interventional management. The purpose of this retrospective study was to evaluate our experience with this special type of injury. Methods: Fourty-two patients who had gluteal penetration were included in this study. Patients were retrospectively reviewed for demographic data, type of injury and additional injuries, management and outcome. Results: One (2.3%) patient suffered a rectal injury, one (2.3%) a rectal injury plus ileum perforation, and one a sciatic nerve injury. Rectal injuries were treated with primer repair by transanal route plus diverting colostomy, one vuith ileum repair and, one wih sciatic nerve repair. The re was no postoperative complication or mortality. Conclusions: Penetrating injuries of the gluteal area can be potentially life-threatening. Meticulous evaluation and suspicion of a major injury during examination should prevent misdiagnosis and ensure early effective treatment.

4.Frequency of Newborn Resuscitations and Accompanying Risk Factors: A Prospective Study From an Obstetrics Hospital in İzmir
Aycan Ünalp, Münire Ergüneş
doi: 10.5222/terh.2006.77088  Pages 123 - 129 (1267 accesses)
Amaç: Etkinliği kanıtlanmış düşük maliyetli pek çok girişimle azaltılması olası neonatal mortalite hızlarında son yıllarda hemen hiçbir değişiklik olmamıştır. Kaldı ki bazı ülkelerde yenidoğan ölüm hızında artış bildirilmektedir. Bu çalışmada doğum odasında resüsitasyon uygulama sıklığı ve resüsitasyon için eşlik eden risk faktörlerinin araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Ekrem Hayri Üstündağ Kadın Hastalıkları ve Doğum Evinde yenidoğanlar, doğum odasında yapılan müdahale, resüsitasyon işlemi; eşlik eden risk faktörleri ve klinik izlem yönünden araştırıldı. Maske ile pozitif basınçlı ventilasyon (MPBV), endotrakeal tüp takılması ve damaryolu açılarak ilaçlı müdahale uygulamaları resüsitasyon işlemi olarak kabul edildi. Bulgular: Doğumhanede doğan 3837 ü prematüre toplam 1845 yenidoğanın %1.7 (n=31)'sine resüsitasyon işlemi uygulandı. Taktil uyarı ve aspirasyon olguların 1690 (%91.6)'ında yeterli tedaviyi oluştururken, resisüte olanlar içinde MPBV %45.1 (n=14) ile en sık uygulanan resüsitasyon işlemi oldu. Tüm yenidoğanların %56 (n=1041)'sında, resüsite edilen yenidoğanların %87 (n=43)'sinde eşlik eden risk faktörleri saptandı. Prematürite, fetal anomali ve multipl risk faktörü varlığı ile resüsitasyon uygulanması arasında anlamlı ilişki tespit edildi (p<0.05). Resüsite edilen infantlardan 11 (%35.5)'i kaybedildi. Sonuç: Taktil uyarı ve aspirasyonun doğum odasında solunumu uyaran en önemli uygulama olduğu, tüm doğumlarda resüsitasyon gereksiniminin düşük olduğu ancak risk faktörlerinin eşlik etmesi durumunda resisütasyon gereksiniminin önemli düzeyde arttığı görüldü.
Aim: Neonatal mortality rate, which could possibly be reduced by employment of several approued and low-cost treatment approaches, has not been changed in the past several years. Besides, this rate has been increased in some countries. The objectives of this study are to find out the freguency of resuscitations in the delivery room and to investigate the accompanying risk factors. Methods: All infants born in Ekrem Hayri Üstündağ Obstetrics and Gynecology Hospital were investigated in terms of treatment approaches and the need for resuscitation according to risk factors in the delivery room and clinical follow. Noninuasiue (via mask) positive-pressure ventilation (NPPV), endotracheal intubation and intravenous drug administration were accepted as resuscitation procedures. Results: Resuscitation was applied to 1.7% (n=31) of 1845 newborns, 383 of whom were prematures. Tactile stimulation and aspiration were aduquate treatments in 1690 (91.6%) cases, while NPPV was found to be the most commonly applied method within the resuscitation procedures (45.1%). The frequency of infants hauing risk factors were 56% (n=1041) and 87% (n=43) in all newborns and resuscitated newborns, respectively. A significant relation between the application of resuscitation and the presence of prematurity, fetal abnormality or multiple risk factors were determined (p<0.05). Eleven (35.5%) of the resuscitated infants died. Conclusions: We conclude that tactile stimulation and aspiration were the most common procedures to stimulate respiration in the delivery room, while the frequency of reguirement for resuscitation among ali deliveries was 1.7%, it was found increased with the presence of accompanying risk factors.

5.Evaluation of the Children with Intestinal Parasites Admitted in Dr. Behçet Uz Children's Hospital Outpatient Clinic
Mehmet Demirdöven, Hurşit Apa, Ertan Kayserili
doi: 10.5222/terh.2006.24119  Pages 131 - 135 (903 accesses)
Amaç: Paraziter hastalıklar özellikle gelişmekte olan ülkelerde toplum sağlığını tehdit etmeye devam etmektedir. Son yıllarda, büyük şehirlere göç paraziter hastalık sıklığını artırmıştır. Çalışmamızda hastanemize başvuran olgularda barsak parazitli çocukları değerlendirdik. Yöntem: Yaş ortalaması 6.07 ± 2.50 olan barsak paraziti tespit edilen 131 çocuk olgu çalışma gurubumuzu oluşturdu. Ailelerin öğrenim durumu, gelir düzeyi ve evde yaşayan birey sayısı kaydedildi. Yaşa göre boy ve ağırlık persantilleri tespit edildi. Gaita incelemeleri mikroskopik olarak ve seloteyp yöntemi ile yapıldı. Kan sayımları hemocounter (XT-2000i-SYSMEX) ile değerlendirildi. Bulgular: Olgularımızda sık rastlanan barsak parazitleri entamoeba histolytica, enterobius vermicularis ve giardia lamblia sırası ile %38.16, %37.40, %20.61 oranlarında bulundu. Barsak parazitleri dört kişiden fazla bireyden oluşan, düşük gelir ve düşük öğrenim düzeyine sahip ailelerin çocuklarında diğerlerine göre daha sık idi. Olguların %6.1'nin yaşa göre ağırlıkları, %7.6'sının yaşa göre boyları -2 SDS'nin altında bulundu. Sonuç: Çocuklarda barsak parazitleri önemli bir sağlık sorunu olmaya devam etmektedir. Sosyo-ekonomik koşulların düzeltilmesi yanında halkımızın eğitim düzeyinin yükseltilmesi bu problemin çözümünü kolaylaştıracaktır kanısındayız.
Aim: Nowdays, parasitic diseases continue to be a problem especially in the developing countries. Immigration to metropolitan areas has increased the prevalence of parasitic diseases. In our study we aimed to evaluate the children with intestinal parasites who were admitted in our outpatient clinic. Methods: The study population consisted of 131 patients with intestinal parasites. Parents educational and economical status, the number of family members within the house were recorded. The percentile of height for age and weight for age were calculated. The stool samples were evaluated microscopically using adhesive cellophane tape. Complete blood count was done by a hemocounter (XT-2000i-SYSMEX). Results: E. histolytica, E. vermicularis and G.lamblia were the most freguently encountered parasites with 38.16%, 37.40% and 70.61%, respectively. Parasites were mostly encountered in families with >4 family members, low monthly income, low educational status. The frequency of weight for age and height for age <-2 SDS were 6.1% and 7.6%, respectively. Conclusion: Intestinal parasites are stili an important health problem in childhood in our study population. Improvement of socio-economic status and public education will help in solving this problem.

6.The Role of High Resolution Computed Tomograpy in Rheumatoid Arthritis Related Lung Disease
Salih Akşit, Melda Apaydın, Leman Yurdakul, Sibel Eğrilmez, İbrahim Yaşar Kıyıcı
doi: 10.5222/terh.2006.76598  Pages 137 - 144 (1427 accesses)
Amaç: Romatoid Artrit (RA) multisistemik otoimmun bir hastalıktır. Morbidite ve mortaliteyi etkileyen akciğer tutulumunun geri dönüşümsüz hasar gelişmeden önce tanımlanması oldukça önemlidir. Bu çalışmadaki amacımız, RA'li hastalardaki akciğer parankim patolojilerinin erken tanısında yüksek rezolüsyonlu bilgisayarlı tomografi (YRBT)'nin yerinin araştırılmasıdır. Yöntem: Yaş ortalaması 49±11 yıl olan 43'ü kadın toplam 52 RA tanılı olgu çalışma kapsamına alındı. Olguların hastalık başlangıç yaşları, hastalık süreleri, antiromatizmal ilaç ve sigara kullanım öyküleri, solunum sistemi semptomları ve romatoid faktör düzeyleri kaydedildi. YRBT tetkiki Siemens, Somatom AR Star spiral bilgisayarlı tomografi ile yapıldı ve eş zamanlı olarak (±3 gün) solunum fonksiyon testi (SFT) uygulandı. YRBT iki radyoloji uzmanı tarafından ortak yorum ile lezyonun paterni, yaygınlığı ve anatomik yerleşimi yönünden değerlendirildi. SFT ölçümleri Cosmed Pony Spirometre 2.4 cihazı ile statik ve dinamik akciğer volüm değerleri elde edilerek yapıldı. Verilerin istatistiksel analizi Ki-kare testi, Fisher'in kesin olasılık testi ve T-testi kullanılarak yapıldı. P<0.05 anlamlı olarak kabul edildi. Bulgular: YRBT'sinde lezyon saptanan olgu sayısı 26 (%50), SFT bozukluğu gösteren olgu sayısı 17 (%32.7) olarak tespit edildi. Bunların çoğunluğunu restriktif tip bozukluk oluşturmaktaydı. YRBT's i patolojik olan olguların 13 (%50)'ünde, YRBT'si normal olan olguların 4 (%15.3)'ünde SFT'nin bozuk olduğu tespit edildi. YRBT ile SFT arasında anlamlı ilişki bulundu. YRBT bulguları ile hasta yaşı, hastalığın başlangıç yaşı, hastalık süresi, klinik semptomlar, antiromatizmal ilaç kullanımı ve Rf pozitifliği arasında anlamlı ilişki bulunamadı. Sonuç: YRBT bulguları tek başına veya SFT verileri ile birlikte kullanılarak RA akciğer tutulumunun erken saptanması ve dolayısıyla tedaviye erken başlanmasında yol gösterici olabilir.
Aim: Rheumatoid arthritis (RA) is a multisystemic autoimmune disease. It is of paramount importance to detect lung involvement before the development of irreversible damage that causes morbidity and mortality. In this study, we aimed to search the role of high resolutiorı computed tomography (HRCT) in the early diagnosis of lung involvement in patients with RA. Method: Fiftytwo patients (mean age of 49±11 years, 43 women) with the diagnosis of RA constituted the study populatin. The variables like the age of patients at the onset of the disease, duration of the disease, history of the use of antiromatoid medication, smoking habits, respiratory symptoms and blood levels of romatoid factor were recorded for analysis. Siemens, Somatom AR Star spiral computed tomography machine was used to obtain HRCT images. Pulmonary function tests (PFT) were performed within 3 days before or after the HRCT. HRCT images were evaluated by two radiology specialist who reached a consensus about the pattern, extensivity and the anatomical location of the lesion. PFT uuas performed by obtaining static and dynamic lung volume parameters with the use of Cosmed Pony Spirometre 2.4 device. Statistical analysis was performed by using chi-square, Fisher's exact and t tests. P<0.05 was considered significant. Results: HRCT detected lesions in 26 (50%), PFT showed abnormality in 17 patients (32.7%), majority being the restrictive type. PFT was abnormal in 13 of 26 patients (50%) with positive HRCT findings, and 4 of 26 patients (15.3%) with normal HRCT findings. There was a positive correlation between HRCT and PFT in detecting the lung involvement. HRCT findings did not correlate with the variables like the age of patients at the onset of the disease, duration of the disease, history of the use of antiromatoid medication, smoking habits, respiratory symptoms and blood levels of romatoid factor. Conclusion: HRCT findings, either themselves or in combination with the PFT da ta can facilitate the early detection of lung involvement in RA and therefore be helpful in initiating the medical management in a timely manner.

CASE REPORT
7.Neonatal Alloimmune Thrombocytopenia: A Case Report
Pelin Köşger, Esra Arun Özer, Münevver Yıldırımer, Şervan Özalkak, Mehmet Helvacı
doi: 10.5222/terh.2006.49540  Pages 145 - 147 (983 accesses)
Neonatal alloimmun tromhosltopenl, babadan kalıtılan trombosit antijenlerine karşı maternal alloimmunizasyon ile karakterize bir hastalıktır. Bu hastalığa bağlı olarak, fetusta ölüme ya da kalıcı nörolojik hasara neden olan kafa içi kanamalar meydana gelebilir. Bu yazıda neonatal alloimmun trombositopeni tanısı düşünülen ve yaşamın ilk 24 saatinde trombositopeni saptanan bir olgu sunulmaktadır.
Neonatal alloimmune thrombocytopenia is a neonatal disorder characterized by maternal alloimmunization against paternal platelet antigens in the fetus. Intracranial hemorrhage leading to death or permanent neurological disability may occur in this clinical setting. In this paper, a case of neonatal alloimmune thrombocytopenia is presented.

8.Acute Isoniazid Poisoning Presenting with Status Epilepticus
Hasan Ağın, Şeref Targan, Nesrin Gülez, Ferah Genel, Füsun Atlıhan
doi: 10.5222/terh.2006.01729  Pages 149 - 153 (1047 accesses)
İzoniazid (INH) zehirlenmesi, ender görülen, ancak yüksek mortaliteye sahip bir klinik tablodur. On iki yaşında kız olgu, akut gelişen jeneralize konvülzif status epileptikus tablosunda hastanemiz acil servisine başvurdu. Fizik muayenesinde vücut ısısı 37.2°C, nabzı 114/dk, kan basıncı 125/85 mmHg idi. Olgu havayolunun açılması, oksijenizasyonun sağlanması, intravenöz sıvı girişiminin ardından diazepam (0.15 mg/kg IV) ve fenitoin (15 m g/kg IV) uygulamasına yanıt vermeyince pediatrik yoğun bakım ünitesine alındı ve başlanan midazolam infüzyonu (0.2 mg/kg yükleme dozunun ardından 0.1 m g/kg/saat infüzyon) ile nöbetler durduruldu. Öyküsünden daha önce hiçbir yakınmasının olmadığı, ancak pulmoner tüberküloz nedeni ile tedavi alan bir kardeşinin olduğu öğrenildi. Hospitalizasyonunun 4. saatinde, 15 adet INH tabletin (4.5 gram) kayıp olduğu aile tarafından bildirildi. Bu öykü ve fizik muayene bulguları ile INH zehirlenmesi tanısı alan olguya tekrarlayan dozlarda aktif kömür ve 4.5 gram piridoksin IV olarak uygulandı. Izleminin 5. günü seke isiz olarak taburcu edildi. Olgu ülkemizde tüberkülozun yaygın olması, nedeni açıklanamayan status epileptikus kliniği ile başvuran çocuklarda akut INH zehirlenmesinin akla getirilmesi amacıyla sunulmuştur
Isoniazid (INH) toxicity is a rare clinical condition with a high mortality rate. A 12-year-old girl admitted to our emergency department with generalized convulsive status epilepticus is presented. Physical examination revealed a heart rate of 114 beats per minute, blood pressure 125/85 mmHg, a temperature of 37.2°C. After establishing a secure airway, an intravenous access was obtained and diazepam (0.15 mg/kg IV) and phenytoin (15 mg/kg IV) were given immediately. She was then taken into pediatric intensive care unit because her seizures did not subside despite diazepam and phenytoin administration. The seizures were controlled after initiation of midazolam infusion (0.2 mg/kg IV bolus, followed by an infusion of 0.1 m g/kg/h). She had no history of any previous illness but we have learned from her family history that an elder s is ter was taking therapy for pulmonary tuberculosis. At the fourth hour of her admission, her family notified that fifteen of INH tablets (4.5 g) had been lost. Thereafter, the patient was treated with multiple doses of activated charcoal and 4.5 g of pyridoxine with the diagnosis of acute INH poisoning. She was discharged after 5 days without any sequaele. The case is presented in order to emphasize that 'ısoniazid poisoning should be kep t in mind in any child presenting with unexplained status epilepticus, since tuberculosis is stili a public health problem in our country.

9.Probable Asymptomatic Congenital Syphilis: Case Report
Münire Ergüneş, Aycan Ünalp, Özgür Olukman
doi: 10.5222/terh.2006.97580  Pages 155 - 158 (1989 accesses)
Sifiliz Treponema pallidum'un etken olduğu bulaşıcı bir hastalıktır. Konjenital sifiliz son yıllarda özellikle gelişmekte olan ülkelerde prevalansı artmakta olan bir klinik tablodur. Bu yazıda, yeni milenyumda dahi hastalığın varlığına işaret etmek ve gebe kadınlarda doğru tanı ve tedavi ile hastalığın önlenebilir olduğunu vurgulamak amacıyla Jarisch-Herxheimer reaksiyonu ile kliniğe yansıyan olası asemptomatik bir konjenital sifiliz olgusu sunulmuştur.
Syphilis is a contagious disease caused by Treponema pallidum. Congenital syphilis is a clinical entity of which prevalence is increasing in developing countries in recent years. In this report, a possible asymptomatic case of congenital syphilis with Jarisch-Herxheimer reaction is presented in order to emphasize the importance of this disease.

LookUs & Online Makale