E- ISSN: 3023-6215
ANATOLIAN JOURNAL OF GENERAL MEDICAL RESEARCH - Anatol J Med : 24 (1)
Volume: 24  Issue: 1 - 2014
CLINICAL RESEARCH
1.Relationship Between Wearing Glasses And Self-Confidence of Adolescents: Simple Cross-Sectional Study
Özge Tuncer, İnci Meltem Atay, Umut Gök Balcı, Nurdan Tekgül, Kurtuluş Öngel
doi: 10.5222/terh.2014.00711  Pages 1 - 6 (1041 accesses)
Amaç: Bu çalışmanın amacı 7. sınıftaki ergenlerde gözlük takma ile öz-kavram arasındaki ilişkileri saptamaktır. Gereç ve Yöntem: Çalışma, kesitsel tanımlayıcı anket çalışmasıdır. Araştırma, Isparta merkezinde bulunan 41 ilköğretim okulunda, 7. Sınıfta okuyan 2795 öğrenciden 2676’sının katılımı ile gerçekleştirilmiştir. Veriler, sosyodemografik veri formu ve Pierss-Harris Öz-Kavram Ölçeği ile elde edildi. İstatistiksel değerlendirmeler; yüzde analiz, t-testi ve anova testi ile gerçekleştirildi. Bulgular: Çalışmaya katılan 2676 öğrencinin; 1307’si kız, 1369’u erkektir. Araştırmaya katılan öğrencilerin % 84,5’i gözlük kullanmamakta olup, % 15,5’i gözlük kullanmaktadır. Gözlük kullananlarda öz-kavram, kaygı, davranış ve rahatlık, zihinsel ve okul durumu puanı; gözlük kullanmayanlara göre daha yüksek tespit edilmiştir. Davranış ve rahatlık, zihinsel ve okul durumu puanları gözlük kullananlarda gözlük kullanmayanlara göre yüksek olup, istatistiksel olarak anlamlı çıkmıştır (p<0,05). Fiziksel görünüm puanı ise gözlük kullanmayanlarda daha yüksek olup, istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p<0,05). Sonuç: Gözlük takmanın sosyodemografik değişkenlerle, özgüven eksikliğiyle ilişkili olabileceği ve bu nedenle gözlük takan çocuk ve ergenlerin ruhsal açıdan daha iyi değerlendirilmeleri ve gereken desteğin verilmesinin uygun olacağı düşünülmektedir. Gözlük takan ergenlerde öz-kavramın değerlendirilmesinde aile ve okul faktörlerinin de dikkate alınması gerekir.
Aim: The purpose of this study is to investigate the relation between the self-concept and wearing glasses in 7th class adolescents. Materials and Methods: This is a cross-sectional descriptive questionnaire study. The population includes 2676 students out of a total of 2795 adolescents, 7th class students, in four different urban elementary schools in Isparta. Outcomes are obtained by socio-demographic result form and Pierss-Harris Self-Concept scale. Percentage analysis, t-test and anova test were used for the statistical evaluation. Results: 1307 of 2676 students were girls and 1369 were boys. While 84.5% didn’t use glasses, 15.5% did. Self-concept, anxiety, behavioral and conformity, cognitive and school performance scores were found to be higher in the ones using glasses. Behavioral and conformity, cognitive and school performance scores were found to be statistically significant in the ones who use glasses (p<0.05). The physical appearance score was lower in the ones not using glasses, and this was also found to be statistically significant (p<0.05). Conclusion: It is concluded that, wearing glasses is a related to socio-demographic variations and lack of self-esteem. That’s why the ones who are wearing glasses using childhood/adolescence, should be evaluated carefully in psychological means, and these children/adolescents should get good support through these means. Family and school factors also should be considered while evaluating self-concept in adolescents who use glasses.

2.Comparıson of The Sodıum And Potassıum Results Obtaıned By Blood Gas Analysıs Versus Autoanalyzer
Savaş Sezik, Turgay Yılmaz Kılıç
doi: 10.5222/terh.2014.95866  Pages 7 - 11 (1316 accesses)
Amaç: Kan gazı analizi sırasında ölçülen Sodyum (Na) ve potasyum (K) un otoanalizörle elde edilen değerlerle eşit olup olmadığını araştırmak. Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda 6 aylık sürede acil serviste eş zamanlı olarak kan gazı ve otoanalizörde Na ve K+ ölçümü yapılan 2354 hastanın tetkik sonuçları geriye dönük değerlendirildi. Bulgular: Kan gazında ve otoanalizörde ölçülen ortalama K+ değerlerini sırasıyla 3.77±0.84 mmol/l ve 4.46±0.80 mmol/l; ve K+ için fark ortalamasını 0.68±0.61 mmol/l saptadık. Kan gazında ve otoanalizörde ölçülen ortalama Na değerlerini ise sırasıyla 145.14±7.40 ve 135.88±5.29 mmol/l; ve Na için fark ortalamasını -9.26±6.54 mmol/l saptadık. Sonuç: Kan gazı analizi ile yapılan K+ ve Na ölçüm sonuçlarının otoanalizör ile yapılan ölçüm sonuçlarının yerine kullanılması uygun değildir.
Aim: To investigate any relationship between sodium and potassium levels in blood gas analysis and the levels measured by otoanalyzer. Materials and methods: In our study, 2354 patient's test results of Na and K measurements simultaneously in blood gas and autoanalyzer were evaluated retrospectively for about 6 months period. In the emergency department Findings: Mean K values which is measured on blood gas and autoanalysers were 3.77 ± 0.84 mmol/l and 4.46 ± 0.80 mmol/l respectively. The mean difference was 0.68 ± 0.61 mmol/l for K. Mean Na values which is measured on blood gas and autoanalysers were 145.14±7.40 and 135.88±5.29 mmol/l respectively. The mean difference was -9.26±6.54 mmol/l for Na. Conclusion: It is not appropriate to use results of K and Na measurements in blood gas analysis instead of the results measured by the autoanalyzer

3.Extracorporeal Shock Wave Lithotripsy Treatment Results Of 611 Renal And Ureteral Stone Diagnosed Case In A Provincial Hospital
Ersin Konyalıoğlu, Bülent İpek
doi: 10.5222/terh.2014.57805  Pages 13 - 18 (848 accesses)
Amaç: Bir ilçe hastanesinde, böbrek ve üreter taşlarına uygulanan vücut dışı şok dalgası ile taş kırma (ESWL) tedavisinin başarı oranlarını değerlendirmek. Gereç ve Yöntem: Aralık 2009 ile Şubat 2014 tarihleri arasında böbrek ve üreter taşı tanısı ile kliniğimizde vücut dışı şok dalga litotripsisi uygulanan 778 hasta geriye dönük değerlendirildi. İzlenebilen ve verileri eksik olmayan 611 hasta çalışmaya alındı. Ortalama yaş 42.4 (17-79) bulundu. Taşların 194’ü 10 mmden küçük, 398’i 10 ile 20 mm arasında, 19’u 20 mm nin üstünde idi. Olguların 395’inde böbrek taşı, 216’sında üreter taşı saptandı. Taşların yerleşimi; üst kaliks %15.87, orta kaliks %17.02, alt kaliks %3.43, renal pelvis %28.31, üst üreter %24.38, orta üreter % 9.49, alt üreter %1.30. Odaklama C kollu skopi ile yapıldı. Hasta başına ortalama şut sayısı 3600 (1500-5000) ve ortalama voltaj 18 (14-22) Kv idi. 611 hastaya toplam 1312 seans, hasta başına ortalama 2.14 seans ESWL tedavisi uygulandı. Bulgular: Tedavi bitiminden 3 hafta sonraki taşdan kurtulma oranları 10 mmden küçük, 10 ile 20 mm arasındaki ve 20 mmden büyük taşlar için sırası ile; %88.14, %75.62, %42.10 idi. Yerleşime göre taşdan kurtulma oranları üst kaliks, orta kaliks, alt kaliks, renal pelvis, üst üreter, orta üreter ve alt üreter için sırası ile %78.35, %77.88, %61.90, %79.76, %80.53, %81.03, %55.55 idi. Böbrek alt kaliks taşlarında, üreter alt uç taşlarında ve yerleşimden bağımsız olarak 20 mm den büyük taşlarda başarı oranı düşük iken; üst kaliks, orta kaliks, renal pelvis, üst üreter, orta üreter taşlarında ve yerleşimden bağımsız olarak 20 mm den küçük taşlarda başarı oranı literatürdeki değerler ile uyumlu bulundu. Sonuç: Doğru endikasyon dahilinde uygun hasta seçimi ve Üroloji uzmanı gözetiminde deneyimli bir teknisyen ile ikinci basamak sağlık birimi hastanesinde de vücut dışı şok dalgaları ile taş kırma başarılı bir şekilde uygulanabilmektedir.
Aim: We aimed to evaluate extracorporeal shock wave lithotripsy (ESWL) success rate performed on patiens with renal and ureteral stones in a provincial hospital. Material And Method: 611 patients who have been treated with extracorporeal shock wave lithotripsy (ESWL)due to renal or ureteral stones between December 2009 – February 2014 evaluated retrospectively. Mean age was 42.4 (17-79) years. Extracorporeal shock wave lithotripsy was applied for 395 kidney stones and 216 ureteral stones. The percentage of the localization of stones in the urinary tract treated by ESWL were as follows: 15.87, 17.02, 3.43, 28.31, 24.38, 9.49, and 1.30 percent in upper caliceal, middle caliceal, lower caliceal, renal pelvis, upper ureteral, mid ureteral, and lower ureteral respectively. The stones were focused by a C-armed floroscopy. Average shock number was 3600 (1500-5000) and average voltage was 18 (14-22) kV for each case. Totally 1312 extracorporeal shock wave lithotripsy sessions were performed to 611 patients, each case was subjected to average 2.14 ESWL sessions. Findings: In 3 weeks follow-up; 88.14, 75.62,and 42.10 percent of the patients with less than 10 mm, between 10 mm and 20 mm, larger than 20 mm urinary stones were stone-free, respectively. upper caliceal, middle caliceal, lower caliceal, renal pelvis, upper ureteral, middle ureteral calculi and lower ureteral were stone-free in 78.35, 77.88, 61.90, 79.76, 80.53, 81.03, and 55.55 percent of the patients, respectively. The success rate at lower caliceal stones of kidney, lower end stones of uretery and stones with dimensions over 20 mm (free of location) were low. Our success rates at upper calyx, mid calyx, upper ureter, mid ureter stones and stones with dimensions below 20 mm (free of location) are similar to literature. Conclusion: Our data show that success rates which are similar to those reported in literature could be achieved in a provincial hospital with convenient indications and experienced technician.

4.The Contribution Of Calcium Scoring To Framingham Score In The Coronary Artery Disease Risk Determination
Güray Öncel, Dilek Öncel, Güleç Mert, Öner Özdoğan, Mustafa Zungur, Cenk Ekmekçi
doi: 10.5222/terh.2014.55563  Pages 19 - 29 (1510 accesses)
Amaç: Framingham skoru ile koroner arter kalsiyum skoru arasındaki uyumu araştırarak kalsiyum skorlamanın Framingham skoruna katkısını değerlendirmektir. Gereç ve Yöntem: Çalışmamız, Ocak 2011- Ekim 2012 tarihleri arasında kardiyoloji polikliniğine çeşitli nedenlerle başvurmuş olan ve koroner arter kalsiyum skorlaması amacıyla gönderilen toplam 280 hasta üzerinde yapıldı. Koroner arter hastalığı riskini belirlemek açısından Framingham risk skoru hesaplanmış ve kalsiyum skorlama incelemesi yapılmıştır. Framingham skoru ve kalsiyum skoru uyumluluğu kappa testi ve Kendall korelasyonuyla değerlendirilmiştir. Parametrik değerler Mann-Whitney U testi, nonparametrik değerler ki-kare testi, ikililer arasında anlamlı bulunan değerler lojistik regresyon modeliyle değerlendirilmiştir. Bulgular: Framingham risk skorlamasına göre, 127 hasta düşük, 110 hasta orta ve 43 hasta yüksek risk grubunda sınıflanmıştır. Hastaların 133 tanesinde kalsiyum skoru 0-10 arasında (düşük risk), 103 tanesinde 10-100 arasında (orta risk) ve 44 tanesinde 100’ün üzerinde (yüksek-çok yüksek risk) ölçülmüştür. Framingham skoru ile kalsiyum skoru arasında pozitif yönde korelasyon bulunmuştur. Framingham risk skoruna göre orta riskli 16 hastada kalsiyum skoru düşük risk, 13 hastada ise yüksek-çok yüksek risk skoru saptamıştır. Framingham risk skoruna göre düşük risk grubunda bulunan 14 hasta kalsiyum skoruna göre orta risk grubunda, Framingham risk skoruna göre yüksek risk grubunda bulunan 12 hasta ise kalsiyum skoruna göre düşük-orta risk grubunda sınıflanmıştır. Toplam 55 hastada kalsiyum skorlama Framingham risk skoruna ek prognostik bilgiler sağlamıştır. Hipertansiyon, ileri yaş, hiperlipidemi ve diabetin kalsiyum skorunda istatistiksel olarak anlamlı artışa neden olduğu saptanmıştır. Yaş ve hiperlipideminin kalsiyum skorunu en çok etkileyen parametreler olduğu gösterilmiştir. Sonuç: Kalsiyum skorlama geleneksel risk faktörlerine dayalı risk skorlama yöntemleri ile birlikte kullanıldığında, ek prognostik bilgi sağlayarak risk yönetimine yardımcı olabilir.
Aim: To evaluate the contribution of calcium scoring to Framingham score in determining the risk of coronary artery disease. Materials and Methods: Our study was done between January 2011 and October 2012 on 280 patients who have been referred for calcium scoring from cardiology clinic for different reasons. The Framingham and calcium scores were calculated. The correlation was evaluated with kappa test and Kendall correlation. The parametric data were evaluated with Mann-Whitney U test and nonparametic data with chi-square test. Findings: Framingham score classified 127 patients in low, 110 patients in medium and 43 patients in high risk group. In 133 patients, the calcium score was below 10 (low risk), in 103 patients between 10 to 100 (medium risk) and in 44 patients over 100 (high-very high risk). In 16 patients classified as medium risk with Framingham score, calcium scoring revealed low risk and in 13 patients high-very high risk. In 14 patients classified as low risk with Framingham score, calcium scoring yielded medium risk and in 12 patients classified as high risk with Framingham score, calcium scoring showed low-medium risk. In 55 patients, calcium scoring provided additional prognostic information. A positive correlation was found between Framingham score and calcium score. Hypertension, age, hyperlipidemia and diabetes were found to result statistically significant increase in calcium score. Age and hyperlipidemia were found to be the most significant parameters. Conclusion: When used with risk scoring methods depending on conventional risk factors, calcium scoring may help risk modification by providing additional prognostic information.

5.Our Results Of Ureteroscopy And Extracorporeal Shock Wave Lithotripsy For The Treatment Of Ureteral Stones
Ersin Konyalıoğlu, Bülent İpek
doi: 10.5222/terh.2014.09623  Pages 31 - 36 (1040 accesses)
Amaç: Üreter taşlarının tedavisinde rijit üreteroskopi (URS) ve vücut dışı şok dalgalarıyla taş kırma (ESWL) tedavisinin sonuçları, taşın üreterdeki konumu ve taş boyutuna göre değerlendirildi. Gereç ve Yöntem: Çalışmada üreter taşı tanısı olan rijit üreteroskopi ile pnömotik litotripsi tedavisi uygulanan 79 hasta ve ESWL uygulanan 185 hasta değerlendirildi. Taşlar üreterdeki yerine göre alt, orta ve üst üreter olarak 3 gruba, taşın boyutuna göre <10 mm ve >10 mm olarak 2 gruba ayrıldı. Başarı oranları ve ek tedavi gereksinimleri değerlendirildi. Bulgular: Ortalama taş boyutu üreteroskopi grubunda 10.3 mm (7_18), ESWL grubunda 9.7 mm (6-17) olarak saptandı. Taşın üreterdeki yerine göre başarı oranı üreteroskopi grubunda üst, orta ve alt üreter için sırası ile %55.5(5/9), %92.8 (26/28), %97.6 (41/42) olarak saptandı. ESWL grubunda ise bu oranlar sırası ile %87.5 (113/129), %76.9 (40/52), %50.0 (2/4) olarak saptandı. Üreteroskopi grubunda <10 mm ve >10 mm üreter taşlarında başarı oranları sırası ile %94.2 (33/35), %88.6 (39/44) olarak saptandı (p<0.05). ESWL grubunda ise bu oranlar sırası ile %88.6(86/97), %78.4 (69/87) olarak saptandı (p<0.05). Taşın yeri ve boyutundan bağımsız olarak genel başarı oranı üreteroskopi grubunda %91.1 (72/79), ESWL grubunda %83.7b(155/185) olarak saptandı (p<0.05). Sonuç: Her ne kadar üreteroskopi grubundaki genel başarı oranımız ESWL grubundakinden daha yüksek olsa da üst üreter taşlarındaki üreteroskopi başarı oranımız ESWL grubuna göre düşüktür.
Aim: Rigid ureteroscopy and extracorporeal shock wave lithotripsy treatment results were evaluated according to the size and localization of the stones in the treatment of ureteral stones. Materials and Methods: In this study, we evaluated 79 patients who have been treated with rigid ureteroscopy and 185 patients who have been treated with extracorporeal shock wave lithotripsy. The stones have been separated into 3 groups due to localization as distal, mid and proximal ureter, and into 2 groups due to size as <10 mm and >10 mm Success rates and extra treatment requirements have been evaluated. Findings: Average stone size was determined 10.3 mm (7-18) in ureteroscopy group and 9.7 mm (6-17) in extracorporeal shock wave lithotripsy group. The success rates of ureteroscopy group according to localization were as follows for proximal, mid and distal ureter respectively: 55.5 (5/9), 92.8 (26/28), and 97.6 (41/42) percent. The rates for extracorporeal shock wave lithotripsy group were as follows respectively: 87.5 (113/129), 76.9 (40/52), and 50.0 (2/4) percent. The success rates for ureteroscopy group of ureteral stones <10 mm and >10 mm were as follows respectively: 94.2 (33/35), and 88.6 (39/44) percent (p<0.05). These rates for extracorporeal shock wave lithotripsy group were as follows respectively: 88.6 (86/97), and 78.4 (69/87) percent (p<0.05). Overall success rates were determined 91.1 (72/79) percent in ureteroscopy group and 83.7 percent (155/185) in extracorporeal shock wave lithotripsy group free from size and localization (p<0.05). Conclusion: Although our success rates of ureteroscopy group were higher than the extracorporeal shock wave lithotripsy group, our success rates for the proximal ureteral stones were quiet low in ureteroscopy group.

6.Skin Findings In Patients With Type II Diabetes Mellitus Treatments
Songül Bahadır Aktaş, Güldehan Atış, Gülşen Tükenmez Demirci, Hülya Çolak
doi: 10.5222/terh.2014.72829  Pages 37 - 42 (1179 accesses)
Amaç: Tip II diyabet tanısı almış hastalardaki deri bulgularının tespit edilerek sıklığının hesaplanması, bu bulgular ile hastaların yaş, cinsiyet, diyabet süresi, Hb A1c düzeyi, vücut kitle indeksi, kullanılan diyabet tedavi şekilleri ile ilişkisinin araştırmak. Gereç ve Yöntem: Siyami Ersek Kalp ve Damar Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Dahiliye polikliniğine başvuran tip II diyabet tanısı almış 153 hastanın dermatolojik muayeneleri yapıldı. Hastaların cinsiyet, yaş, hastalık süresi, son 3 ay içerisinde tespit edilmiş Hb A1c düzeyi, vücut kitle indeksleri ve uyguladıkları diyabet tedavileri kaydedildi. Bulgular: 153 hastanın, 107’si kadın 46’sı erkekti ve ortalama diyabet süreleri 10.2 +/- 8.6 yıldı. Ortalama HbA1c düzeyi 7.3 +/- 1.4mg/dl, VKİ (vücut kitle indeksi): 13 idi. Hastaların 120’si oral antidiyabetik, 20’si insülin, 13’ü insülin ve oral antidiyabetik ilaç kullanmaktaydı. Hastaların 129’unda (%84.4) deri bulgusu tespit edildi. En sık rastlanan deri bulgusu kserozis (%40.52) idi. Tinea pedis (% 18.95), onikomikoz (%9.80), pruritus (%14.38) ve seboreik keratoz (%10.46) diğer sık rastlanan deri bulguları arasındaydı. Cinsiyet ile tüm deri bulguları karşılaştırıldığında erkeklerde seboreik dermatit (p=0.048) ve deri kalınlaşması (p=0.03) istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha fazlaydı. Diğer deri bulguları ile cinsiyet arasında istatistiksel bir ilişki bulunamadı (p>0.05). Yaş arttıkça senil anjiyom (p=0.01, r=0.206), kserozis (p=0.023, r= 0.184), deri kalınlaşması (p=0.027,r=0.179) ve pruritus (p=0.05, r=0.156) sıklığı artarken, fronkül sıklığı,yaş arttıkça azalma gösterdi (p=0.019, r= -0.189). HbA1c arttıkça tinea pedis (p=0.018, r=0.191) ve onikomikoz (p=0.045, r=0.153), ve intertrigo (p=0.002, r=0.250) sıklığının arttığı, seboreik keratoz sıklığının ise azaldığı (p=0.04, r=-0.149) gözlendi. VKİ arttıkça senil anjiyom (p=0.029, r=0.177), akantozis nigrikans (p=0.018, r=0.191) ve prurigo nodularis (p<0.001, r= 0.396) sıklığının arttığı tespit edildi. Diyabet süresi ve tedavi şekillerinin ise deri bulguları ile arasında istatiksel bir ilişki göstermediği gözlendi. İstatistiksel hesaplamalarda Kruskal-Wallis testi ve Pearson korelasyon testi kullanıldı. Sonuç: Tip II diyabetli hastalarda farklı tipte deri bulguları görülebilir. Özellikle uzun süreli diyabeti olan senil hastalarda, senil anjiyom, kserozis, deri kalınlaşması ve pruritus dikkat çekmektedir. Ayrıca kontrolsüz diyabet hastaları ve VKİ yüksek olan diyabet hastaları senil anjiom, tinea pedis, akantozis nigrikans yönünden dikkatle incelenmelidir..
Aim: To determine the clinical spectrum and to calculate the frequency of skin lesions in patients with type II diabetes mellitus. Material and Methods: One hundred and fifty three patients with type II diabetes mellitus who were followed at the Department of Internal Dieseases in Siyami Ersek in Cardiac and Vascular Surgery Training and Research Hospital underwent dermatological examination. Sex, age, duration of the disease, Hb A1c levels detected in last three months, body mass index and type of treatment were recorded. Findings: Of the 153 patients, 107 were female and 46 male and mean duration of diabetes mellitus was 10.2 +/- 8.6 year. Mean Hb A1c levels was 7.3 +/- 1.4mg/dl, and mean body mass index was 27.8 +/-3.4kg/m2. Of the 153 patients, 120 patiens used oral antidiabetic agents, 20 used insulin, and 13 used both insulin and oral antidiabetics. Skin lesion was detected in 129 patients (84.4 %). The most frequently detected skin lesion was xerosis (40.52 %). Tinea pedis (18.95%), onycomycosis (80%), pruritus (14.38 %) and seborrheic keratosis (10.46%) were also other skin lesions detected in this research. Seborrheic dermatitis (p=0.048) and skin thickness (p=0.03) in males were more statistically significant. There was no statistical relationship between other skin lesions and sex (p>0.05). As the patients gets older, the frequency of senile angioma (p=0.01, r=0.206), xerosis (p=0.023, r=0.184), skin thickness (p=0.027, r=0.179) and pruritus (p=0.05, r=0.156) increased but the frequency of furuncles (p=0.019, r= -0.189) decreased. An increase in the frequency of tinea pedis (p=0.018, r=0.191) and onycomycosis (p=0.045, r=0.153) and intertrigo (p=0.002, r=0.250) was observed but a decresase in the frequency of seborrheic keratosis (p=0.04, r=-0.149) was observed with the increasing HbA1c levels. An increase in the frequency of senile angioma (p=0.029, r=0.177), acantosis nigricans (p=0.018, r=0.191) and prurigo nodularis (p<0.001, r= 0.396) was determined with the increase of the body mass index. No statistical significant relationship between duration of diabetes and skin lesions was observed and also between treatment of diabetes and skin lesions. Kruskal-Wallis test and Pearson correlation test were used in statistical calculation. Conclusion: Varying types of skin findings can be noted in patients with type II diabetes mellitus. Senile angioma, xerosis, skin thickness and pruritus findings are attracting attention especially elderly patients with long-lasting diabetes mellitus. Also patients with high level body mass index and diabetes mellitus patients not undercontrol should be carefully examined regarding to senile angioma, tinea pedis and acanthosis nigricans.

7.Evaluation Of The Chronic Lymphocytic Leukemia Patients: Single Center Experience
Gülsüm Akgün Çağlıyan, Nilüfer Aslankarasoy, Oktay Bilgir
doi: 10.5222/terh.2014.76824  Pages 43 - 48 (2438 accesses)
Amaç: İzmir Bozyaka Eğitim Araştırma Hastanesi Hematoloji Kliniğinde izlenen 56 hastanın demografik verileri, tedavi endikasyonları, tedavi yanıtları ve sağkalım analizlerinin yapmak. Gereç ve Yöntem: Kronik lenfositik lösemi tanısıyla izlenen 56 olgunun verileri geriye dönük incelendi. Bulgular: Çalışmamızda, hastalarımızın 24’ü (%42.9) kadın, 32’si (%57.1) erkekti. Hastaların ortalama yaşı 65 bulundu. 23 hasta tedavi alırken, 33 hasta izlendi. 5 hasta klorambusil, 5 hasta siklofosfamid-fludarabin, 13 hasta rituksimabsiklofosfamid- fludarabin tedavisi aldı. Çalışma sonunda, ortalama sağkalım süresi 120 ay olarak bulundu. Çalışma boyunca 2 hasta hastalık dışı, 4 hasta hastalıkla ilgili nedenlerden kaybedildi. Sonuç: Çalışmamızda toplam sağkalım süresinin literatürdekilerden daha kısa olması, hastaların daha ileri evrelerde başvurmasına bağlandı.
Aim: To evaluate demografic features, treatment indications, respond to the treatment of 56 chronic lymphocytic leukemia (CLL) patients observed at our department of Hematology, Izmir Bozyaka Traning and Research Hospital. Material and Method: Data of 56 CLL patients were evaluated retrospectively. Findings: Twenty four patients (%42.9) were female, and 32 patients (%57.1) were male. The average age of the patients was 65 years old. While 23 patients recieved treatment, 33 patients were observed only. Five patients were treated by chlorambusil, 5 patient by cyclophosphamid-fludarabine therapy, and 13 patients were treated by rituximab-cyclophosphamid-fludarabine therapy. The median survival was 120 months. Four patients died because of CLL, and 2 patients died due to the other reasons.

8.Desflurane And Sevoflurane Anesthesia In Childhood Adenotonsillectomy: A Comparison Regarding of Recovery Time and Postoperative Complication Rateİlker İlker İlker
İlker Burak Arslan, Işıl Köse, Gül Caner Mercan, Sinan Uluyol, Celal Kalkışım, İbrahim Çukurova
doi: 10.5222/terh.2014.62444  Pages 49 - 52 (966 accesses)
Amaç: Çocuklardaki adenotonsillektomilerde desfluran ve sevofluran’ın postoperatif derlenme özellikleri ve komplikasyon oranlarını karşılaştırmak. Gereç ve Yöntem: ASA skoru I olup soğuk bıçak tonsillektomi ve adenoid küretaj ameliyatında anestezik ajan olarak desfluran (27) ve sevofluran (27) kullanılan, 54 çocuk geriye dönük değerlendirildi. Her iki ajanla anestezi sonrasında derlenme ve göz açma süreleri ile postoperatif kusma, öksürük ve laringospasm oranları karşılaştırıldı. Bulgular: Ortalama yaş desfluran grubunda 6+0.41 (3-11), -11 kız, 16 erkek- ve sevofluran grubunda ise 6+0.46 ( 3-12), -9 kız, 18 erkek- olarak hesaplandı. Her iki grup arasında yaş, cinsiyet, vücut kitle indeksi ve operasyon süresi açısından istatiksel olarak anlamlı fark yoktu (p>0.05). Ortalama göz açma süresi desfluran kullanılan olgularda 3.3+0.3 (1.3 - 7.5) dakika, sevofluran kullanılan olgularda 6.3+0.5 (2.5 - 10.5) dakika olarak ölçüldü. Desfluran grubunda göz açma süresi istatiksel olarak anlamlı oranda kısa bulundu (p=0.03, p<0.05). Derlenme süreleri 35.56 dakika (desfluran) ve 34.67 dakika (sevofluran) ile her iki grupta biribirine yakın olarak saptandı (p=0.07, p>0.05). Postoperatif kusma, öksürük ve laringospasm oranları her iki anestezik ajan için istatiksel olarak fark göstermedi. P değerleri sırasıyla 0.55, 0.48, ve 0.15 olarak bulundu. Sonuç: Desfluran ve sevofluran anestezi ile derlenme ve postoperatif komplikasyonlar arasında anlamlı fark saptanmadı. Yalnızca göz açma süresi desfluran grubunda istatiksel olarak anlamlı oranda kısa idi.
Aim: To evaluate the recovery profiles and postoperative adverse events after general anesthesia with desflurane and sevoflurane in childhood adenotonsillectomy. Material and Methods: Fiftyfour children, ASA physical status I, underwent conventional cold tonsillectomy and curettage adenoidectomy under general anesthesia with desflurane (n = 27) and sevoflurane (n =27) were evaluated retrospectively. Anesthesia recovery, eye opening, postoperative vomiting, coughing and laryngospasm were compared for two anesthetic regimens. Findings: The mean age was 6+0.41 (min-max: 3-11, 11 female, 16 male) in desflurane group and 6+0.46 (min-max: 3-12, 9 female, 18 male) in sevoflurane group. No significant difference was observed between the two groups in terms of age, gender, body mass index and operation duration (p>0.05) The mean time to eye opening following desflurane was 3.3+0.3 (1.3 - 7.5) minutes versus 6.3+0.5 (2.5-10.5) minutes following sevoflurane, difference was statistically significant (p=0.03, p<0.05). Recovery of both agent is similar, 35.56 minutes in desflurane 34.67 minutes in sevoflurane (p=0.07, p>0.05). There was no statistical difference in the postoperative vomitting, coughing, and laryngospasm, among two groups. P values were 0.55, 0.48, and 0.15 respectively. Conclusion: The occurrence of recovery and adverse events between desflurane and sevoflurane were not significantly different, except that the eye opening duration after anesthesia was significantly shorter in desflurane group.

9.Fluoroquinolone Resistance In Escherichia Coli Strains Isolated From Rectal Swabs Before Prostate Biopsy
Salih Budak, Engin Karakeçe, Gökçen Gürkök Budak, Hüseyin Aydemir, Osman Köse, Şükrü Kumsar, Yavuz Tarık Atık, İhsan Hakkı Çiftci, Hasan Salih Sağlam, Öztuğ Adsan
doi: 10.5222/terh.2014.64296  Pages 53 - 57 (821 accesses)
Amaç: Prostat biyopsisi öncesi profilaksi için kullanılabilecek antibiyotiklerin duyarlılıklarının belirlenmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Prostat kanseri şüphesi ile Nisan 2012–Ekim 2013 tarihleri arasında prostat biyopsi endikasyonu konan 56 hasta çalışmaya alındı. Her hastadan prostat biyopsisi işleminden önce rektal sürüntü örneği alındı. Geçirilmiş prostat biyopsi ve cerrahi öyküsü olan hastalar çalışma dışında bırakıldı. İşlem sonrası görülen tüm komplikasyonlar kaydedildi. Bulgular: Rektal sürüntü kültürü alınan 56 hastanın yaşları 50-74 arası değişmekte olup ortalama 61 olarak hesaplandı. Alınan örneklerin 44’ünde üreme pozitif bulundu. Yapılan tanımlama işlemleri sonrası üreme pozitif 44 vakanın Escherichia coli izolatları antibiyogram çalışmalarına dahil edildi. En düşük direnç oranı amikasin’e (%2,3) karşı saptanırken, olguların 11’inde (%25) florokinolon dirençli E. coli izolatı saptandı. Bir hasta işlem sonrası gelişen üriner infeksiyon nedeniyle hastaneye yatırıldı. Söz konusu vakanın rektal sürüntü ve idrar kültüründe florokinolon dirençli E. coli saptandı. Olguların kan kültürlerinde üreme olmadı. Sonuç: Çalışmamızda PB öncesi alınan rektal sürüntü örnekleriyle yapılan kültürlerde yüksek oranda florokinolon dirençli E. Coli saptanmıştır. Bu yüzden US eşliğinde yapılan transrektal prostat biyopsilerinin antibiyotik profilaksisinde florokinolon direnci akılda tutulmalıdır. Riskli olgularda profilaktik antibiyoterapi öncesinde rektal sürüntü kültürü kullanılabilir.
Aim: Transrectal ultrosound-accompanied biopsy is the gold procedure for the histological diagnosis of prostate cancer. In this study, purpose to determine the prevalence of fluoroquinolone resistance Escherichia coli in intestinal flora of patients undergoing prostate biopsies with rectal swab culture. In addition, other antibiotics can be used in prostate biopsy prophylaxis was to determine the susceptibility. Materials Methods: This study involved 56 who were indicated with the prostate biopsy between April 2012 – October 2013 with prostate cancer suspicion were included in the study. The rectal samples culture were obtained from each patient before prostate biopsy. The patients who have a prostate biopsy history and prostate surgical operation history were excluded from the study. The records for the infections of those patients after the operation were kept. Findings: In this study, rectal swab culture were obtained from 56 patients. Rectal swab cultures taken from 56 patients ranged from 50 to 74 years of age was calculated as the average of 61. In 44 of the samples of E. coli produce. The lowest rates of resistance against to amikacin (2.3%) were detected. In 11 cases (25%) was detected in fluoroquinolone-resistant E. coli isolates. Developing a urinary tract infection after the procedure because of cases were hospitalized. The cases of rectal swab and urine in culture, fluoroquinolone-resistant E. coli was detected. The blood cultures were negative. Conclusion: We have found high number of fluoroquinolone resistant E. Coli strains in the rectal swab culture taken before the prostate biopsy. The fluoroquinolone resistance in the standart prophylaxis applications before the prostate biopsy should be kept in mind. Risk patients, rectal swab culture can be used in targeted prophylaxis.

CASE REPORT
10.A Myasthenia Gravis Case With An Unusual Clinic Onset
Özgür Tanrısever, Berrak Sarıoğlu, Ali Kanık, Cefa Nil Arslan, Figen Baydan
doi: 10.5222/terh.2014.83738  Pages 59 - 62 (1172 accesses)
Bir nöromuskuler bileşke hastalığı olan Miyastenia Gravis (MG) çocukluk çağında nadir görülür. Klinik bulgular çoğunlukla göz kaslarında başlar ve kendini ptozis ile belli eder. Bu nedenle ptozisi olmayan olgularda tanıda gecikmeler veya yanlış tanılar olabilir. Yürüme zorluğu ve gözlerde kayma yakınmalarıyla Miller-Fisher (MFS) sendromu olarak değerlendilerek tedavi edilen fakat şikayetlerinin gerilememesi nedeniyle yapılan değerlendirmede Miyastenia Gravis tanısı alan 5 yaşında erkek olgu sunulmuştur.
Myasthenia Gravis (MG) is a neuromuscular junction disease and rare in childhood. The clinical symptoms mostly begin in eye muscles with ptosis. Therefore, without ptosis there may be delays in diagnosis or the patients may be misdiagnosed. In this case a five year old boy who was diagnosed and treated as Miller-Fisher syndrome (MFS) with the signs of difficulty in walking and strabismus, admitted to our clinic with same complaints. After detailed investigations he is diagnosed as Myasthenia Gravis.

11.Congenital Cystic Adenomatoid Malformation Of The Lung: Prenatal and Postnatal Evaluation
Güray Öncel, Dilek Öncel, Erkan Yılmaz
doi: 10.5222/terh.2014.03557  Pages 63 - 67 (971 accesses)
Akciğerin konjenital kistik adenomatoid malformasyonu (KKAM) ender görülen konjenital kistik bir akciğer lezyonudur. Bu yazıda bir KKAM (Stocker tip 1) olgusu literatür bilgileri eşliğinde sunulmaktadır. Olgu fetal MR ile antenatal tanı almıştır ve ek konjenital anomali veya hidrops saptanmadığından intrauterin girişim yapılmamıştır. 36 gebelik haftasında doğan olgunun Apgar skoru 8 ve O2 satürasyonu %92 olarak izlenmiştir. Solunum sıkıntısı ve takipne bulguları olan olgunun tanısı BT ile doğrulanmıştır. Olgu solunum sıkıntısı nedeniyle opere edilmiş ve lezyon tümüyle rezeke edilmiştir.
Congenital cystic adenomatoid malformation (CCAM) of lung is a rare congenital cystic lung lesion.. We report a case of CCAM (Stocker type 1) with a brief review of literature. The patient was diagnosed antenatally with fetal MR. As no other associated anomalies or fetal hydrops were observed, no intrauterine intervention was planned. The baby was born at 36 weeks of gestation with an Apgar score of 8 and O2 saturation was 92%. He had respiratory distress and tachypnea.The diagnosis was confirmed with CT examination. The patient was operated due to respiratory distress and the lesion was totally resected.

12.Scrotal Bladder Hernia: Two cases
İbrahim Halil Bozkurt, Burak Arslan, Tarık Yonguç, Fırat Akdeniz, Tansu Değirmenci, Nihat Nergiz, Ömer Koraş
doi: 10.5222/terh.2014.33423  Pages 69 - 72 (1144 accesses)
Büyük skrotal mesane fıtıkları alt üriner sistem semptomları, aralıklı skrotal şişlik ve iki fazlı işeme gibi yakınmalarla karşımıza çıkabilir. Uzun süredir skrotal şişliği olan ve alt üriner sistem semptomları olan iki hastaya yapılan tetkikler sonucu skrotal mesane hernisi tanısı konuldu. Her iki hastaya da inguinal yaklaşımla yama kullanılarak herniografi operasyonu uygulandı, mesane anatomik pozisyonuna getirildi. Operasyon sonrası 2. ay kontrolünde her iki hastada da alt üriner sistem yakınmalarının gerilediği saptandı. Kontrol sistografide mesanenin anatomik konumunda olduğu belirlendi.
Patients with large scrotal bladder hernia may be presented with lower urinary tract symptoms, intermittent scrotal swelling and double phase urination whereas small bladder hernias are usually asymptomatic. Two patients complaining of scrotal swelling for a long time were diagnosed as the scrotal bladder hernia. Inguinal herniorraphy using mesh was performed in both patients and the bladder replaced to its anatomical location. The lower urinary tract symptoms found to be improved in both patients. The correct anatomical location of bladder was confirmed by cystography at postoperative 2 month visit.

13.Testicular Torsion In Adult
Hakan Türk, Orçun Çelik, Cemal Selçuk İşoğlu, Hüseyin Tarhan, Yusuf Özlem İlbey
doi: 10.5222/terh.2014.63043  Pages 73 - 76 (1711 accesses)
Testis torsiyonu spermatik kordun kendi etrafında dönmesi sonucu testisin kanlanmasının bozulması ve testisin iskemiye gitmesi ile sonuçlanan acil bir durumdur. Genellikle 20 yaş öncesi görülür. Yetişkinlerdeki testis torsiyonu, detorsiyonla testisi kurtarma oranı çocukluk dönemine göre daha düşüktür. Cerrahi detorsiyonla testisi korunan 40 yaşında bir olgu sunulmaktadır.
Ischemia of testis caused by twisting of spermatic cord around itself is defined as testicular torsion. This is a scrotal emergency. Torsion is more common in chilhood and early twenties. The salvage ratio of the testis after detorsion is better in childhood. A forty years old male with testicular torsion whose testis is saved after surgical detorsion.

14.Sepsis Occurance In A Pregnant With Myoma Uteri
Çağdaş Şahin, Mete Ergenoğlu, Özgür Yeniel, Sermet Sağol
doi: 10.5222/terh.2014.26270  Pages 77 - 80 (940 accesses)
Son adet tarihine göre 37-38 haftalık ilk gebeliği olan 36 yaşında hastanın, yapılan obstetrik ultrasonografisinde uterus fundus sağ yan yerleşimli subseröz ve intramural komponenti de olan 8 cm boyutlarında ve korpus arka yüzde 6 cm boyutlarında intramural iki myom nüvesi saptandı. Sezaryen ile doğum sonrası 11. günde hasta ateş yüksekliği, kötü kokulu vajinal akıntı ve karın ağrısı ile yeniden başvuran hastanın septik tabloda olması üzerine tekrar operasyona alındı. Uterusun kesi yerinde ayrılma, omentum ile ince barsakların bu alana yapışarak plastrone bir kitle oluşturduğu izlendi. Hastaya histerektomi ve sol salpinjektomi yapıldı. İntramural büyük myomlar doğum sonrası dönemde uterusdaki etkili kasılmayı engelleyebilmektedir. Gelişen uterin atoni geç dönemde löşi drenajının bozulması, pyometra gelişimi ve sunulan olgudaki gibi sepsise neden olabilmektedir.
Two myomas; one of them is subserosa and intramural in the right fundus measuring 8 cm and the other one is intramural in the posterior wall of the uterus measuring approximately 6 cm determined in the ultrasound examination of a 36 year old woman who is gravida 1, para 0, has 37-38 weeks pregnancy according to her last menstrual period. On 11th day after cesarean section the patient who came back with fever, infected vaginal flow and abdominal pain had an another operation because of being sepsis. At the operation we observed occurance of dehiscence at uterine’s old cesarean scar and that with omentum, small bowels which were sticking to that place created blastrone unprocessed bulk.So hysterectomy and left salpingectomy were made to the patient. Intramural big myomas at uterus may block emergence of effective contractions at uterus in the postpartum period. As a result in the early period, while postpartum hemorrhage may be observed depend on uterine atony; in the late period it may cause to pyometra in consequence of lochia drainage disorder and occasionally to sepsis as happened in our case.

LookUs & Online Makale