E- ISSN: 3023-6215
ANATOLIAN JOURNAL OF GENERAL MEDICAL RESEARCH - Anatol J Med : 16 (2)
Volume: 16  Issue: 2 - 2006
CLINICAL RESEARCH
1.Communication Problems Between Nurse and Patients During Ventilator Treatment in lntensive Care Unit
Leyla Khorshid, Yurdanur Demir
doi: 10.5222/terh.2006.56409  Pages 47 - 54 (1098 accesses)
Yaşamı tehdit eden hastalıklar nedeniyle, hastaların tedavi kapasitesini geliştirmek için hasta monitorizasyonu ve ileri teknoloji daha fazla kullanılmaktadır. Ventilator desteği bu amaçla kullanılan en yaygın yöntemlerdendir. Ventilatörler, hastaların düşünce, duygu ve gereksinimlerini normal yolla paylaşmasını engeller. Bu nedenle mekanik olarak ventile edilen hastalar genellikle konuşamazlar. Bu durum kaçınılmaz bir şekilde hastaların iletişim kurabilme ve kendilerini olağan yolla ifade edebilme yetilerini etkiler. Aynı zamanda hemşireler de hastalardan geri bildirim almada sorun yaşayabilirler. Yetersiz hemşire-hasta iletişimi stres ve anksiyete düzeylerinin yükselmesiyle sonuçlanır. Literatür taramalarında ventilator tedavisi uygulanan hastalar ile hemşireler ve diğer personelin iletişimi ile ilgili ciddi sorunlar tanımlanmıştır. Bu nedenle yoğun bakım hemşiresi kaynağı ne olursa olsun organik, çevresel, kimyasal ya da diğer teröpatik kompanentlerden kaynaklanan yoğun bakımdaki hastalarla sınırlı iletişimdeki birçok faktöre dikkat etmelidir. Çünkü ventilasyon süresince hasta ile başarılı bir işbirliği ile fonksiyonel iletişimi içeren ilişkiyi kurmak önemlidir. Yoğun bakım ünitelerinde hemşirelerin iletişim çabalarına karşın belli davranışlar ve araçların ortam içerisinde hasta ve hemşireler arasındaki iletişimi geliştirdiği ve kolaylaştırdığı belirtilmektedir. En sık olarak kullanılanlar; beden dilinin kullanımı, yüz ifadesi, göz teması, evet-hayır ile yanıtlanan sorular, yazı ya da basılı materyallerin kullanımıdır. Sonuç olarak, ventilator tedavisi süresince hastalar ve hemşireler arasındaki iletişimi kolaylaştırmaya yardım eden yöntemler üzerine daha fazla araştırma yapılması ve hemşirelerin iletişim becerilerinin değerlendirilmesi, etkili bir iletişim için potansiyel hastaların daha ayrıntılı kontrol edilmesine gereksinim vardır.
The implementation of more advanced tecnology and patient monitoring in intensive care units has improved the capacity for treatment of patients who reguire intensive care because of life-threatening illnesses. Intensive care often includes the ventilator treatment. The ventilator prevents the patient from sharing thoughts, feelings and needs in the usual way. However patients who are mechanically ventilated are often nonvocal. This status would inevitably affect patients ability to communicate and express themselves in the usual way. The nurses may also experience problems in receiving feedback from patients. Inadeguate nurse-patient communication resuts in increased levels of stres and anxiety. A literature search on patient experience of ventilator treatment identified numerous problems related to communication with nurses and other members of staff. Thus intensive care nursing directs attention to multiple factors which limit communication with the ICU patient, whether the origin is organic, environmental, chemical or associated with other therapeutic components. Establishment of a relationship, including functional communication, during artificial uentilation is important because successful collaboration with the patient is a prerequisite for effectiue nursing. Certain behaviours and devices have been found to facilitate and improve communication between patients and nurses. The most frequently reported are: use of body language, facial expression, eye contact, questions addressed for yes-no responses and the use of writing or publishing material. We conclude that detailed examination of patients' potential for effective communication, evaluation of the communication skills of the nurses, and further investigation of deuices that can help facilitate communication between nurses and patients during ventilator treatment is necded.

2.Catheter-Related Mechanical Complications in Children on Chronic Peritoneal Dialysis: Ten-Year Experience
Orhan Kara, Önder Yavaşcan, Hakan Erdoğan, Murat Anıl, Özlem Parlak, Alkan Bal, Nejat Aksu
doi: 10.5222/terh.2006.22617  Pages 55 - 61 (840 accesses)
Amaç: Kronik periton diyalizi (KPD), çocuklarda önemli bir renal replasman tedavi seçeneğidir. KPD'de geliştirilen kateter tiplerine karşın, katetere bağlı mekanik komplikasyonlar önemli oranda görülmekte, morbitide ve mortalite nedenleri olarak halen önemini korumaktadır. Bu çalışmada amacımız, periton diyalizi kateterleri perkütan yolla takılan çocuk hastalarda katetere bağlı mekanik komplikasyonları retrospektif olarak değerlendirmek ve on yıllık klinik deneyimimizi aktarmaktır. Yöntem: Çalışma, Kasım 1995 - Aralık 2005 tarihileri arasında KPD programında izlenen 48'i erkek, 45'i kız toplam 93 hasta üzerinde yapılmıştır. Hastaların yaş ortalaması 9.03 ± 4.51 yıl olup, ortalama izlem süresi 28.7 ± 23.5 aydır. Kateter takılma yaşı ise minimum 4 ay maksimum 16 yaş olup ortalama 9.1 ± 4.3 yıldır. Tüm hastalarımıza toplam 108 çift keçeli "swan-neck curled" Tecnkhoff kateter ünitesi merkezimizde görevli nefrolog tarafından perkütan yolla takılmıştır. Tüm hastalar kateter takılma yaşı, kateter takılma durumları (acil veya elektif), kateter sağ kalım süresi, hasta sağ kalım süresi, katetere bağlı mekanik komplikasyonlar bakımından 0-2, 3-5, 6-10 ve 10 yaş üstü olmak üzere 4 gruba ayrılarak değerlendirilmiştir. İstatistiksel değerlendirmede Anova, Chi-square ve Kaplan Meier yöntemleri kullanılmıştır. P<0.05 istatistiksel anlamlı kabul edilmiştir. Bulgular: Ortalama kateter izlem süresi 81.03 ±6.1 ay, hasta sağ kalım süresi 75 ay (minimum 10 gün, maksimum 109 ay) olarak bulunmuştur. Komplikasyon olarak 6 kateterde drenaj sorunu, 3'ünde yer değiştirme, 2'sinde kink ve 2'sinde omental yapışıklık görülmüştür. Katetere bağlı mekanik komplikasyonlar açısından yaş gruplarına ve takılma koşullarına göre istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamıştır (p>0.05). Toplam 108 kateterin 15 (%13.8)'i mekanik komplikasyonlar nedeniyle değiştirilmiş olup 3 katetere laparoskopik, 9 katetere açık cerrahi girişim uygulanmıştır. Üç kate terde ise perkütan yolla düzelme sağlanmıştır. Sonuç: Kronik periton diyalizinde katetere bağlı mekanik komplikasyonlar görülmekle birlikte, kalıcı kateterin deneyimli uzmanlar tarafından perkütan yöntemle takılması, çocuklarda kolay, etkin ve komplikasyonları az olan bir uygulamadır.
Aim: Chrortic peritoneal dialysis (CPD) is an important choice of renal replacement therapy in children. Despite technical advances, catheter-related mechanical complications are still prominent and can lead to morbidity and mortality. The aim of this retrospective study is to share our ten-year clinical experience on catheter-related mechanical complications in children whose catheters were placed by percutaneous route. Methods: This study was carried out on in 93 patients (48 boys, 45 girls), with a mean age of 9.03 ± 4.51 years, during the period betvueen Nouember 1995 and December 2005. Mean follow-up period of patients was 28.7±23.5 months. Catheter insertion age ranged between 4 months and 16 years (mean: 9.1 ± 4.3 years). 108 peritoneal catheters implanted by percutaneous route were Tenckhoff swan-neck double-cuff pediatric catheters and were all implanted by a nephrologist in our unit. Patients were evaluated in 4 groups (<2 years, 3-5 years, 6-10 years and >10 years) in terms of age of catheter implantation, catheter placement status (urgent or elective), catheter and patient survival and catheter-related mechanical complications. Statistical analysis was made by Anova, Chi-square and Kaplan-Meier methods. P<0.05 were accepted as statistically important. Results: Mean catheter observation period and patient survival were 81.03 ±6.1 months and 75 months (range: 10 days-109 months), respectively. Complications were drainage failure in 6, catheter dislocation in 3, kink in 2 and omental adjustment in 2 catheters. There was no statistical differenee between catheter-related mechanical complications and either age groups or catheter placement status (p>0.05). Due to mechanical complications, reimplantation was performed in 15 (13.8%) out of 108 catheters (laparoscopic intervention in 3, open surgery in 9, percutaneous reimplantion in 3). Corıclusion: Although mechanical complications are encountered in CPD, when performed by experienced nephrologists percutaneous placement of peritoneal dialysis catheters is an easy and effective method in childhood.

3.Maternal Knowledge on Breastmilk and Psychosocial Factors lnfluencing Exclusive Breastfeeding
Özlem Bağ, Işın Yaprak, Oya Halıcıoğlu, Özlem Parlak, Nilgün Harputluoğlu, Görkem Astarcıoğlu
doi: 10.5222/terh.2006.85570  Pages 63 - 70 (1395 accesses)
Amaç: Anne sütü, yaşamın ilk altı ayında bebeğin tüm gereksinimlerini tek başına karşılayan bir üründür. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde, yenidoğan döneminde emzirmeye başlama oranları yüksek olmasına karşın ilk 6 ay içinde sadece anne sütü ile beslenme oranları belirgin olarak düşmektedir. Son yıllarda yapılan çalışmalarda, annenin anne sütü konusunda bilgi durumunun emzirme süresini etkilediği üzerinde durulmaktadır. Bu çalışmada, annelerin anne sütü konusundaki bilgi durumunun ve psikososyal faktörlerin sadece anne sütü ile beslenme süresine etkisi araştırılmıştır. Yöntem: Çalışmaya miadında, normal, spontan vajinal yolla doğum yapan ve ilk 30 dakika içinde emzirmeye başlayan 300 sağlıklı anne (ort yaş: 25.5±4.7) ve bebekleri alındı. Annelere doğumdan sonra sosyokültürel durumlarını sorgulayan anket ve anne sütünün özellikleri ve yararlarını içeren 10 soruluk bilgi formu uygulandı. Anne sütünün ilk 6 ay boyunca bebek beslenmesinde tek başına yeterli olduğunun bilinmesi koşulu ile en az 8 soruyu doğru yanıtlayanlar bilgi düzeyi 'iyi' olarak değerlendirilirken, toplam doğru sayısı 5-7 olanlar (orta5'ten daha az soruyu doğru yanıtlayanlar 'yetersiz' bilgi düzeyine sahip olarak kabul edildi. İlk değerlendirmeleri doğumdan hemen sonra yapılan bebekler prospektif olarak 15.-30. gün (I. Kontrol), 2.-3. ay (II. Kontrol) ve 6.ncı ay sonunda (III. Kontrol) beslenme durumları yönünden değerlendirildi. Annelerin anne sütü hakkındaki bilgi durumunun ve psikososyal faktörlerin emzirme sürelerine etkisi araştırıldı. Veriler SPSS 11.0 paket programına girilerek değerlendirildi. Analizlerin karşılaştırılmasında Kİ-kare (Chi-square) testi uygulandı. Sonuçların yorumlanmasında ise p<0.05 değeri istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Bulgular: Sadece anne sütü verme oranları I. Kontrolde %51, II. Kontrolde %23.7, III. Kontrolde %17.3 olarak bulundu. Annelerin %46'sının anne sütü konusunda iyi düzeyde, %54'ünün ise orta ve yetersiz düzeyde bilgi sahibi olduğu saptandı. Annenin anne sütü konusunda iyi derecede bilgi sahibi olması ilk 6 ay sadece anne sütü ile beslenmeyi etkilemekte idi (p<0.05). Eğitim durumu ortaokul ve üstü olan, doğum öncesi emzirme eğitimi alan, bilgilerini sağlık personeli ve/veya ilgili kaynaklardan alan annelerin anne sütü hakkındaki bilgi durumları diğerlerine göre anlamlı olarak iyi bulundu (p<0.05). Özellikle ilk 6 ayda sadece anne sütünün yeterli olduğunu bilen ve anne sütünün saklanabilme özelliğini bilen annelerin 6. ayda sadece anne sütü verme oranlarının daha yüksek olduğu tespit edildi. Sadece anne sütü ile beslenmeyi etkileyen en önemli psikososyal faktörlerin eş ve aile büyüklerinin emzirmeye desteği ve annenin önceki başarılı emzirme deneyimi olduğu saptandı. Sonuç: Annelerin anne sütü konusundaki bilgi durumunun iyileştirilmesi, eğitim düzeyinin yükseltilmesi, doğum öncesi dönemde anne sütü konusunda sağlık personeli tarafından bilgilendiril- meleri halinde ilk altı ayda sadece anne sütü ile beslenme oranlarının arttırılabileceği kanısına varılmıştır.
Aim: Breastmilk is an ideal specific food for infants especially in the first 6 months of life. In developing countries, although initiation rates of breastfeeding are high, continuation rates at 6th month are behind expectations. Recently, maternal knowledge on breastfeeding is reported to be an important factor on the duration of breastfeeding. The aim of this study is to evaluate the maternal knowledge and psychosocial factors on exclusive breastfeeding. Methods: This prospective study was done on 300 healty mothers (mean age 25.5±4.7 year) who has started breasfeeding after delivery and their babies, born in time with spontaneous delivery. Demographic and sociocultural characteristics of the mothers were stated. A questionnaire including 10 questions about the benefits and the properties of breastmilk was conducted on the mothers. The ones, giving at least 8 correct answers were accepted to be (well knowledged' while 5-7 correct answers were accepted as (moderate'' and less than 5 correct answers were accepted as 'poor knowledged'. All mothers and their babies were evaluated on their first (15 days-1 month), second (2-3 months) and third visits (6-7 months) for infant feding patterns, maternal knowledge and psychosocial factors influencing on exclusiue breastfeeding. Chi-square was used for statistical analysis and p<0.05 was accepted as significant. Results: The exclusive breastfeeding rates were 51%, 28.7% and 1 7.3% on the first, second and third visits, respectiuely. Being well-knowledged on breastfeeding was a significantly influencing factor on exclusive breastfeeding (p<0.05). Schooling at least for five years, being informed on breastfeeding prenatally and by medical professionals were statistically important (p<0.05). Mothers who knew that breastmilk was sufficient for infants in the first 6 months and that it could be stored after expressing were more likely to continue exclusive breastfeeding (p<0.05). The most important psychosocial factors were found to be the spouses'' and family members' positive attitude and previous breastfeeding experience. Conclusion: Maternal knowledge status on breastfeeding, maternal education and being informed prenatally and by medical professionals are factors influencing exclusive breastfeeding for the first six months of life.

4.Changes in Bcl-2 Apoptatic Index During Radiotherapy of Uterine Cervix Carcinoma
Serra Kamer, Necmettin Özdemir, Deniz Yalman, Aydın Özsaran, Zeynep Özsaran, Ayfer Haydaroğlu
doi: 10.5222/terh.2006.76768  Pages 71 - 77 (1051 accesses)
Amaç: Radyasyona bağlı apoptoz çeşitli hayvan deneylerinde ve hücre kültürü çalışmalarında gösterilmiştir. Spontane veya radyasyona bağlı apoptozun mekanizması tam olarak aydınlatılamamış olmakla beraber, radyasyonun apoptozu indükleyerek etki ettiği bilinmektedir. Radyoterapinin erken dönemlerinde apoptozun hızlı artış gösterdiği olgularda radyoduyarlılığın yüksek olduğu düşünülebilir. Bu çalışmanın amacı; lokal ileri evre serviks kanserli olgularda radyoterapinin erken dönemlerinde apoptotik indekste meydana gelen değişimleri ve bunun tedaviye yanıt ile ilişkisini değerlendirmektir. Yöntem: Ege Üniversitesi Radyasyon Onkolojisi Kliniği nde Evre IIB lokal ileri evre serviks kanseri tanısı ile radikal radyoterapi uygulanan 10 olgunun tedavi öncesi ve 9 Gy radyoterapi sonrası alınan "punch" biyopsi materyallerinde Bcl-2 apoptotik indeksi immunhistokimyasal olarak değerlendirmeye alınmıştır. Bulgular: Olguların medyan yaşı 47'dir (aralık: 40-77). Uç olgu tedavi yanıtının yetersiz olması nedeniyle sadece eksternal radyoterapi alabilirken 7 olguya intrakaviter brakiterapi de uygulanmıştır. Performans durumu ve böbrek fonksiyon testleri uygun olan 5 olguya radyoterapi ile eşzamanlı haftalık 40mg/m2 dozunda cisplatin verilmiştir. Medyan 38 aylık takip sonrası (aralık: 10-53 ay) 2 olguda 3. ve 17. aylarda uzak metastaz, 1 olguda 21. ayda lokal yineleme tespit edilmiştir. Bu olgular hastalık progresyonu ile kaybedilmiştir. Olguların 9'unda tedavi öncesi alınan biyopsi örneğinde Bcl-2 boyanması saptanmıştır. Apoptotik indeks; boyanma yoğunluğuna göre (%33'den fazla veya az) göre (+), (++) olarak de reçelendirilmiştir. 3 olguda tedavi sonrası boyanma paterinde tedavi öncesine göre azalma izlenirken, 6 olguda tedavi öncesi ve sonrası apoptotik indekste değişim gözlenmemiştir. Tedavi öncesi Bcl-2 boyanma özellikleri ve hastalık progresyonu arasındaki korelasyon incelendiğinde; boyanma göstermeyen ve (+) boyanma özelliği gösteren olguların (++) boyanma özelliği gösteren olgulara göre daha sık yineleme ettikleri yönünde zayıf bir korelasyon tespit edilmiştir (p.0,3, r: 0,37). 9 Gy radyoterapi sonrası apoptotik indeks oranında düşme izlenen ve değişim gözlenmeyen olgular hastalık yinelemesi yönünden değerlendirildiğinde; apoptotik indeksinde değişme gözlenmeyen olgularda yineleme oranlarının yüksek olduğu yönünde zayıf bir korelasyon tespit edilmiştir (p: 0,2, r. 0,42). Sonuç: Serviks kanserinin radyobiyolojisi ve moleküler biyolojisi hakkında bilgilerimizi arttırmak yeni tedavi yaklaşımlarının geliştirilmesine öncülük edecektir. Aynı evre ve histolojideki tümörlerde bile prognoz farklı olmaktadır. Tedavi sonuçlarını iyileştirmek için radyoduyarlı veya radyodirençli alt grupların belirlenmesi gereklidir. Bu çalışmada radyoterapi sırasında bcl-2 apoptotik indeksinde gözlenen değişiklikler seruiks kanserinde duyarlılığı belirlemede yardımcı olmamıştır; ancak bu konuda daha fazla sayıda hasta içeren daha ileri çalışmalar yapılmalıdır.
Aim: Radiation induced apoptosis has been shown in various animal experiments and cell culture assays. Although the exact mechanism of spontaneous or radiation induced apoptosis has not been fully understood yet. It is clear that radiation effects by inducing apoptosis. The cases presenting with rapidly increasing apoptotic index in the early course of radiotherapy may be more radiosensitive. The aim of this study was to investigate the changes in apoptotic index during the early course of radiotherapy and its relation with the response to treatment in patients with inoperable carcinoma of the uterine cervix. Methods: Punch biopsy specimens were obtained from 10 patients with stage IIB ceruix carcinoma receiving definitive radiotherapy prior to radiotherapy and after 9 Gy, and apoptosis was determined using immunhistochemical staining of bcl-2 proteins. Results: Median age of the patients vuas 47 (range 40-77). Brachytherapy was also applied to 7 patients and 3 patients received only external radiotherapy due to poor tumor response. Five patients with good performance status and renal functions received concurrent cisplatin 40 mg 2. During a median follow-up duration of 38 months (10- 53 months) two patients developed distant metastasis and one developed local recurrence at the 3rd, 17th and 21st months respectively and these patients were lost due to disease progression Bcl-2 staining was detected in pretreatment specimens of 9 patients. Apoptotic index was defined as (+) or (++) according to staining density (higher and lover than 33%). Staining density decreased in 3 patients following 9 Gy when compared with the pretreatment staining density. No change of staining density was noted in 6 patients. The correlation between the pretreatment staining pattern and disease progression was weak. The prognosis of patients with high density staining was worse than patients with lovu density staining or no staining (p: 0. 3, r: 0. 37). Conclusion: To increase our knowledge about the radiobiology or molecular biology of cervix cancer will help to improve new treatment approaches. The prognosis is different even in tumors with identical stage and histology and it is mandatory to define radiosensitive or radio resistant subgroups in order to achieve better treatment results. In this study changes of bcl-2 apoptotic index during radiotherapy did not help to predict the radio sensitivity of cervix cancer. Further studies on this topic with larger patient populations are needed.

5.Cardiac Etiology in the Differential Diagnosis of Chest Pain in Children: Role of Cardiac Enzymes?
Vedide Tavlı, Şebnem Güleli, Türkay Sarıtaş, Şükrü Cangar, Berna Çevik, Timur Meşe, Haluk Mergen
doi: 10.5222/terh.2006.86244  Pages 79 - 86 (1052 accesses)
Amaç: Göğüs ağrısı şikayeti ile hastanemiz acil servisine başvuran çocuklarda etyolojik nedenlerin belirlenmesi ve kardiyovasküler nedenlerin tanısında kardiyak enzimlerin tanısal değerinin araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: İzmir Dr. Behçet Uz Çocuk Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesinde Kasım 2003- Mart 2004 arasında yapılan bu prospektif çalışmaya göğüs ağrısı şikayeti ile Acil Servise başvuran 100 ardışık olgu alınmıştır. Her hastada öykü, fizik bakı, psikiyatrik değerlendirme, elektrokardiyografi, ekokardiyografi ve enzimler (CK, CK-MB ve Troponin I) çalışılmıştır. Bulgular: Sol prekordiyuma lokal ize keskin ağrı %78 oranı ile en sık görülen göğüs ağrısı tipi olmuştur. Göğüs ağrısı nedenleri; %53 idiopatik, %18 kas-iskelet, %15 psikiyatrik, %6 kardiyak, %5 respiratuvar ve %4 gastrointestinal sistem kökenli olarak belirlenmiştir. Kardiyak enzimler göğüs ağrısı olan tüm olgularda ve kontrol grubunda normal sınırlarda bulunmuştur (p>0.05). Sonuç: Kardiyovasküler nedenlere bağlı göğüs ağrısı pediatrik grupta %6 gibi düşük oranda bulunmuştur. Ancak morbiditesi ve mortalitesi yüksek olabileceğinden ağrının kardiyovasküler sistem kökenli olup olmadığının ayırdedilmesi önemlidir. Troponin I incelemesi kardiyak kökenli olduğu düşünülen göğüs ağrıları dışında rutin olarak yapılmamalıdır.
Aim: We aimed to determine the etiology of chest pain and the diagnostic value of cardiac enzymes in the differential diagnosis in children who were admitted to our pediatric emergency ward. Methods: A hundred children with chest pain who were admitted to the emergency ward during October 2003-March 2004 at Dr. Behçet Uz Children's Hospital were included in the study. Detailed history, physical examination, psychiatric evaluation and several laboratory tests including electrocardiogram, echocardiography and cardiac enzymes (CK, CK-MB, Troponin I) were evaluated. Results: Sharp pain was the most freguent type and left precordıal region was the most common location of the chest pain. Frequency of chest pain in our study group were found to be 53% idiopathic, 18% musculoskeletal, 15% psychiatric, 6% cardiac, 5% respiratory and 4% gastrointestinal system origin. Cardiac enzyme levels were found within the normal ranges in both the patients and the controls (p< 0.05). Concîusion: Chest pain due to cardiovascular origin is rare in pediatric age group, however morbidity and mortality rates can be high. Therefore, chest pain in children must be evaluated cautiously to determine if it is originated from cardiovascular system or not. Troponin I should not be done rutinely except in patients with cardiac chest pain in childhood.

6.Linezolid Susceptility in Staphylococcus Strains
Neval Ağuş, Nisel Özkalay, Abdullah Cengiz, Nuriye Vatansever
doi: 10.5222/terh.2006.38107  Pages 87 - 89 (1028 accesses)
Amaç: Stafilokoklar çeşitli infeksiyonlarda önemli bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Stafîlokok düşünülen infeksiyonlarda empirik tedavi başlamak için metisilin resistansı ve antibiyotik duyarlılıkların bilinmesi gereklidir. Çalışmamızda hastanemizdeki stafilokoklarda metisilin direnç oranı ve linezolid duyarlığı araştırılmıştır. Yöntem: Çeşitli klinik örneklerden üretilen 168 S. aureus ve 95 koagulaz negatif stafilokok'da metisilin direnci ve linezolid duyarlılığı araştırılmıştır. Bulgular: Hastanemizdeki stafilokoklardaki metisilin direnci S. aureus için %75.5, koagulaz negatif stafilokok için %69A olarak tespit edilmiştir. Stafilokok suşlarının hepsi linezolide duyarlı bulunmuştur. Sonuç: Ciddi stafilokok infeksiyonların tedavisinde linezolidin iyi bir alternatif olduğu düşünülmüştür.
Aim: Staphylococcus is an important causative agent in various infections. The meticillin resistance and antibiotic susceptibility tests should be taken into account for initiating emprical therapy of the infections when staphylococci are suspected. The aim our study is to investigate the meticillin resistance ratio and linezolid susceptibilty for staphylococcus strains in our hospital. Methods: 168 S. Aureus strains and 95 coagulase negative staphylococcus strains which isolated from various clinical specimens were investigated meticiline resistance and linezolid susceptibility. Results: Meticillin resistance were found 75.5% for S. Aureus and 69.4% for coagulase negative staphylococcus. None of the strains were found to be resistant to linezolid. Conclusion: Linezolid antibiotic can be used as reliable alternative antibiotics for the treatment of infections caused by serious staphylococcal strains.

CASE REPORT
7.Physiological Periostitis in a Premature Baby
Işın Yaprak, Esin Albudak, Neval Ağuş, Ali Reisoğlu, Tuğrul Pırnar
doi: 10.5222/terh.2006.60052  Pages 91 - 94 (1089 accesses)
Periost reaksiyonu erken süt çocukluğu döneminde çeşitli nedenlere bağlı olarak görülür. Fizyolojik periostitis, 1-6 aylık term ve preterm bebeklerde görülen iyi tanımlanmış, ancak kolaylıkla patolojik periostitis ile karışabilen radyolojik bir bulgudur. Burada prematüre doğum öyküsü olan, bir gün süren ateş, sağ üst kolda şişlik yakınması ile başvuran her iki humerus, radius tibia va femur grafilerinde periost reaksiyonları tespit edilen 2.5 aylık bir erkek olgu sunulmuştur. İlk tanı çocuk istismarı veya konjenital sifilis lehine olup fizik inceleme bulgularının, serolojik ve biyokimyasal testlerin normal sınırlarda bulunması sonucunda fizyolojik periostitis tanısı almıştır. Uzun kemiklerde periost reaksiyonu ile başvuran 1-6 aylık bebeklerde fizyolojik periostitisin akılda tutulması için sunulmuştur.
Periosteal reaction has different etiologies in early infancy. Physiological periostitis is a well documented x-ray finding which is seen in both preterm and term babies aged 1-6 months and which can easily be misdiagnosed as child abuse and/or pathological periostitis. Here 2.5 month old prematurely born male patient admitted with a history of fever, swollen right upper arm after vaccination and x-rays revealing periosteal reactions on both sides of the humeri, radius, tibiae and femora is presented. Initial diagnosis was child abuse or congenital syphilis. Because of the normal physical findings and serological and biochemical data physiological periostitis was diagnosed. We think that physiological periostitis should be considered in patients with periosteal reactions in the long bones in infants aged 1-6 months.

8.Giant Left Atrial Myxoma and Postoperative Atrial Septal Defect
Hüseyin Kurt, Vatan Barışık, Fırat Bıçak, Uğur Türk, Kemal Başak
doi: 10.5222/terh.2006.95526  Pages 95 - 99 (1140 accesses)
Intrakardiyak miksomalar primer kardiyak tümörlerin en sık görülenleridir. İyi huylu olup çoğu kez sol atriyuma yerleşirler. Olgular genellikle asemptomatik olabildikleri gibi embolik, obstrüktif semptomlarla da gelebilirler. Emboli ve ani ölüm riski nedeniyle erken cerrahi rezeksiyon tek tedavi seçeneğidir. Efor dispnesi, son bir haftadır gelişen istirahat halindeki nefes darlığı ve bacaklarda şişlik yakınması ile başvuran 54 yaşındaki erkek olgu, sol 3. interkostal aralıkta 1-2 / 6 diastolik üfürüm, ve transtorasik ekokardiyografide sol atriyumda transmitral akımı kısıtlayan 4.8x5.2 cm boyutlarındaki kitle tespit edilmesi üzerine öpere edildi ve 'miksoma' tanısı aldı. Postoperatif birinci ayındaki kontrolünde rezidü kitle ya da nüks olmamakla birlikte, transtorasik ekokardiografide 4 mm çapında cerrahi komplikasyon olarak gelişmiş olan atriyal septal defekt tespit edildi. Olgu, atriyal miksomaların önemi ve eşlik edebilecek cerrahi komplikasyonların vurgulanması için sunulmuştur.
Intracardiac myxomas are the most freguent primary tumors of the heart. These benign tumors are usually located in the left atrium. Although most patients are symptom free, constitutional, embolic and obstructive symptoms may also present in these patients. Surgical resection of a myxoma is the only acceptable therapy and to prevent the dangers of embolisation and sudden death, should be performed immediately. 54-year-old male admitted with exereise intolerance, pretibial edema and dyspnea during the last week is presented. 1-2/6° diastolic murmur was heard on the left third intereostal space. Transesophagial echocardiography demonstrated a mass with 4.8x5.2 cm in size which was restricting the transmitral blood flow in the left atrium. The mass was removed with standart left atriotomy technique and diagnosed as myxoma. Although no residual or recurrence mass was deteeted wddith transtorasic echocardiography imaging on the postoperative first month atrial septal defect was shown. The case is presented to underline the importance of atrial myxomas and accompanying surgical complications.

9.Neuromyotonia: Two Case Report
Ümit Zanapalıoğlu, Murat Özçelik, Ufuk Şener, Necvan Önal, Yaşar Zorlu
doi: 10.5222/terh.2006.84453  Pages 101 - 104 (1699 accesses)
Nöromiyotoni kas krampları, psödomiyotoni, miyokimi ve kas güçsüzlüğüne neden olan spontan ve sürekli kas lifi aktivitesi ile karekterize bir hastalıktır. Birçok nöromiyotoni hastasında bozukluk kazanılmıştır. Otoimmun veya paraneoplastik neden sıktır. Myastenia gravis, tirotoksikozis, sistemik skleroz, inflamatuar demiyelizan nöropatiler, timoma, bronşial karsinom ve küçük hücreli akciğer kanseri ile ilişkili olabilir. Tanısal açıdan önemli EMG (Elektromiyografi) bulguları istirahat sırasında görülen doublet, triplet, multiplet özellikli motor ünit deşarjlarıdır. Bu yazıda 18 yaşındaki kadın ve 43 yaşındaki erkek hasta yaygın miyokimik özellikteki istem dışı hareketleri, iğne EMG'lerinde doublet, triplet, multiplet özellikli motor ünit boşalımları olan iki Isaac sendromlu hasta sunulmuştur.
Neuromyotonia is characterized by spontaneous and continuous muscle fiber activity leading to muscle cramps, pseudomyotonia, myokymia and weakness. In most neuromyotonia patients, the disorder is acquired. An autoimmune or paraneoplastic origin is common. Myastenia gravis, thyrotoxicosis, systemic sclerosis, inflammatory demyelinating neuropathies, thymoma, bronchial carcinoma and small cell lung cancer may be associated. Diagnostically important EMG findings are doublet, triplet, multiplet myokymic motor unit discharges at resting state. In this report we presented 18 years old woman and 43 years old man with Isaac's syndrome who had myokymia and typical doublet-triplet-multiplet discharges in needle Electromyography.

LookUs & Online Makale