E- ISSN: 3023-6215
ANATOLIAN JOURNAL OF GENERAL MEDICAL RESEARCH - Anatol J Med : 19 (3)
Volume: 19  Issue: 3 - 2009
CLINICAL RESEARCH
1.Lifoprotein (a) Levels in Patients With Essential Hypertension
Işıl Çöker, Ayfer Çolak, Hakan Turkon, Ömür Yıldız, Aybüke Günaslan Hastürk, İsmail Karademirci
doi: 10.5222/terh.2009.40404  Pages 95 - 99 (1134 accesses)
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı esansiyel hipertansiyonlu hastalarda lipoprotein (a) düzeylerini ölçerek, esansiyel hipertansiyon ile lipoprotein (a) düzeyleri arasında anlamlı bir ilişki olup olmadığını araştırmaktır. GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmamıza 2006-2007 yılları arasında Tepecik Eğitim Araştırma Hastanesi dahiliye polikliniğine başvuran 128 hasta alındı. Çalışma grubumuzu, bu olgulardan esansiyel hipertansiyon tanısı alan 82 (43K, 39E; 30-67 yaş arasında) kişi oluşturdu. Kontrol grubumuz ise 26'sı kadın ve 20'si erkek olmak üzere 46 kişi (30-59 yaş arasında) idi. Serum lipoprotein (a) düzeyleri, Roche Modüler P 800 otoanalizöründe Dialab marka (GmbH Austria) kitler kulanılarak immunotürbidimetrik yöntemle ölçüldü. Serum total kolesterol, trigliserid, HDL düzeyi ölçümleri Roche Modüler P 800 otoanalizöründe Roche Diagnostic kitleri kullanılarak enzimatik yöntem ile ölçüldü. Sonuçların değerlendirilmesinde bağımsız örnek student-t testi kullanıldı, SPSS 11.0 programı ile istatistiği yapıldı. BULGULAR: Esansiyel hipertansiyon grubunda lipoprotein (a) ortalaması 18.5 mg/dL, kontrol grubunda lipoprotein (a) ortalaması 17.4 mg/dL bulunmuştur (p=0.778 ). SONUÇ: Çalışmamızda, arter duvarlarında ateroskleroza eğilimi arttırdığı bilinen ve koroner kalp hastalıklarında risk faktörü olarak kabul edilen lipoprotein(a)'nın, izole hipertansiyon hastalarında kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde yükselmediğini saptadık.
AIM: The aim of this study is to measure the lipoprotein (a) levels in the esantial hypertension patients and to evaluate the correlation of essential hypertension and lipoprotein (a) levels. MATERIAL AND METHOD: 128 patients submitted to the clinic of internal medicine in Tepecik Teaching and Research Hospital have been included in our study. 82 of them were diagnosed as essential hypertansion, 43 were females and 39 were males with an age range of 30-67. 46 individuals have been included in the control group, 26 were females and 20 were males with an age range of 30-59. Serum lipoprotein(a) levels have been measured with immunoturbidimetric method. Dialab (GmbH Austria) kits have been used in the Roche Modüler P 800 autoanalyzer for the evaluation. Total cholesterol, trigliceride, HDL levels have been measured with the enzymatic method. Roche Diagnostic kits have been utilized in the Roche Modüler P 800 autoanalyzer for the evaluation. All statistical tests were performed using the SPS 11.0 d ata analysis program. Data were analyzed using student t-test. FINDINGS: Lipoprotein (a) levels vvere found as 18.5 mg/Dl in the patient with essential hypertension group, while 17.4 mg/Dl in the control group (p=0.778). CONCLUSION: In the current study, there was no signifıcant increase identified in the lipoprotein (a) levels of the isolated essential hypertension patients comparing with the control group.

2.Phosphodiesterase Type 5 Inhibitors For The Treatment of Erectile Dysfunction: Role Of The Patient Preference
Ömer Demir, Ali Feyzullah Şahin, Oktay Üçer, Ertan Can, Bilali Gümüş, Adil Esen
doi: 10.5222/terh.2009.21470  Pages 100 - 105 (1147 accesses)
AMAÇ: Çalışmamızda erektil disfonksiyon (ED) nedeniyle fosfodiesteraz tip 5 baskılayıcı (PDE5B) ilaç kullanan hastalarda tedaviye nasıl başlanıldığı ve ilk kez ilaç kullanacak hastalarda PDE5B başlanırken hastanın ilaç tercihini nasıl yaptığının araştırılması. GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi ve 9 Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji polikliniklerine ED nedeniyle ilk kez başvuran hastalar alındı. Çalışma verileri hastaların demografik bilgilerini, eğitim düzeyini, aylık gelir düzeylerini ve PDE5B tercihlerini sorgulayan hasta sorgulama formları aracılığıyla toplandı. Hastaların ereksiyon kalitesi Uluslararası Erekti 1 Fonksiyon Sorgulama Formu (IIEF) ile sorgulandı. Daha önce PDE5B kullanan hastaların tedaviye nasıl başladıkları ve tedavi başarıları sorgulandı. İlk kez tedavi önerilecek hastaların ise ilaç tercihini nelerin etkilediği değerlendirildi. BULGULAR: Çalışmaya ED nedeniyle daha önce herhangi bir tedavi kullanmayan 75 (primer hasta), daha önce herhangi bir şekilde PDE5B kullanan 46 hasta (sekonder hasta) olmak üzere toplam 121 hasta alındı. Primer ve sekonder hastaların ortalama yaş, IIEF erektil fonksiyon alt grup skoru ve ED süreleri sırasıyla; 53,3±8,3 yıl, 10,9±6,0, 18,2±13,7 ay ve 53,0±11,9 yıl, 12,4±5,6 ve 27,2±19,8 ay olarak bulundu. Sekonder hastalarda PDE5B önerisinin 35 (%76) hastada doktor, 11 hastada (%24) ise diğer sağlık çalışanı veya arkadaşı tarafından yapıldığı belirlendi. Sekonder hastalarda PDE5B ilaç özellikleri önerinin doktor tarafından yapıldığı grupta 29 (%83) diğer grupta ise 3 (%27) hastada anlatıldığı belirlendi. Hastaların %43'ü tedaviye devam ederken ilacı bırakan hastaların en sık ilaç bırakma nedenleri tedavinin etkisiz oluşu %26, yan etki görülmesi veya yan etki endişesi %13 ve maliyet %13 olarak bulundu. Primer hastaların hemen tamamı (73 hasta; %97) PDE5B seçimini doktorunun yapmasını istedi. SONUÇ: Ülkemizde hastaların büyük çoğunluğunun ED tedavisine yönelik kullanılan PDE5B hakkında bilgisi yoktur. Hastaların pek çoğu ED tedavisine yönelik PDE5B ajanları doktor kontrolü dışında kullanmaktadır. Erektil disfonksiyon tedavi seçiminin hasta ve mümkünse eşi ile yapılmasını önermekteyiz. PDE5B ajanlarıyla tedavi başarısı bu şekilde artırılabilir.
AIM: To determine factors that affect patient preference in phosphodiesterase type 5 inhibitors (PDE51) for the treatment of erectile dysfunction (ED) in patients treated with PDE5I and patients naive to PDE5I theraphy. MATERIAL AND METHOD: Patients were included in the study who had been admitted to the urology policlinics of Tepecik Teaching Hospital, Celal Bay ar and 9 Eylül Medical School Hospitals with the complaints of ED for the first time. Data were completed with an inquiry form that questioned patient demographics, education level, income and preference of PDE5I. Patiens were assed by International Index of Erectile Dysfunction (IIEF) for erectile function. Patients who had been treated with PDE5I were questioned for how to start to treatment, treatment satisfaction and adverse events. Also PDE5I naive patients were questioned for the factors that may be effect the patient preference. FINDINGS: Total of 121 patiens were enrolled the study. Of the patients 75 were PDE5I naive (primary patients) and 46 were had treated with PDE5I (secondarily patients). Mean age, IIEF erectile function domain and ED duration of the primary and secondarily patients were; 53.3±8.3 years, 10.9±6.0, 18.2±13.7 months and 53.0±11.9 years, 12.4±5.6 and 27.2±19.8 months, respectively. Of the secondarily patients 35 (76%) were started to use the PDE5I with a doctor recommendation. In this group the explanation of the drug propeıties rate was 83% (29 patients) whereas 27% (3 patients) in patients who had been started the treatment without doctor recommendation. Only 43% of the patients maintained the treatment. The most common cause of discontinuation were dissatisfaction (26%), adverse event (13%) or fair of adverse event and cost (13%). Almost all of the primary patients (97%) want to the PDE5I choice made by their doctor. CONCLUSION: In o ur country most patients do not have any knowledge about PDE5I for treatments of ED. Significant amount of patients used PDE5I therapy for ED without doctor control. We recommend that the choice of treatment for ED should be discussed obviously with patients and his partner where it is possible. The higher treatment satisfaction with PDE5I might be increased by this way of the approach.

3.Prevalance And Management of Neuropathic Pain in Cancer Patients
Can Eyigör, Esra Çağıran, Alihan Pirim, Meltem Uyar, Rüçhan Uslu
doi: 10.5222/terh.2009.64099  Pages 106 - 110 (1219 accesses)
AMAÇ: Kanserli hastaların ağrı yönetiminde karşılaşılan zorluklardan biri de nöropatik ağrının varlığıdır. Kanser hastalarında yeterli nöropatik ağrı değerlendirmesi yapılmadığında, tanı koyulması ve etkin ağrı tedavisinde yetersizlik gözlenmektedir. Çalışmamızın amacı, kanser hastalarında nöropatik ağrı sıklığını saptamak ve nöropatik ağrısı olan kanser hastalarında uygulanan tedavi yönetimlerini tartışmaktır. GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya daha önce analjezik tedavi başlanmış 108 kanserli hasta alındı. Değerlendirme sonrası nöropatik ağrısı saptanan hastalar; Grup 1: Nöropatik ağrı tanısı konulamamış, Grup 2: Nöropatik ağrı tanısı konmuş ve adjuvan ajan kullananlar olarak iki gruba ayrıldı. Hastaların demografik özellikleri, kanser tipi, ağrı şiddeti (görsel analog skala-GAS) ile, nöropatik ağrı nedenleri (kansere bağlı, kanser tedavisine bağlı veya birlikte) ve kullanılan analjezik basamağı (Dünya Sağlık Örgütü analjezik basamak sistemine göre) kaydedildi. BULGULAR: Değerlendirilen 108 hastanın 47'sinde (%43.5) nöropatik ağrı olduğu saptandı. Nöropatik ağrı tanısı konan 47 hasta; 20 hasta (%42.5) Grup 1, 27 hasta (%57.5) Grup 2 olarak kabul edildi. Buna göre, 108 hastanın 47 (%43.5)sinde nöropatik ağrı olmasına karşın, daha önceki değerlendirmelerde sadece 27 (%25) hastaya nöropatik ağrı tanısı konulabildiği gözlendi. Grup 1 ve Grup 2 hastaların ortalama VAS ağrı şiddeti, sırasıyla 7.6±1.6 ve 6.2±2.2 idi. Grup 1 hastaların ağrı şiddetinin, Grup 2 hastalara oranla istatistiksel olarak anlamlı daha fazla olduğu görüldü (p<0.05). Grup 1 ve Grup 2 arasında hastaların kullandıkları analjezik basamağı, nöropatik ağrı nedenleri arasında istatistiksel anlamlı fark saptanmadı (p>0.05). SONUÇ: Kanserli hastalarda nöropatik ağrı sıklığı ortaya konmuş, klinik pratikte nöropatik ağrının sık olduğu ancak tanı konulmasında problem yaşandığı gözlenmiştir. Tanı konulamayan hastalarda ağrı şiddetinin daha yüksek olduğu saptanmıştır. Bu sonuç, nöropatik ağrılı kanser hastalarının etkin tedavisi için doğru tanının önemini ortaya koymaktadır.
AIM: One of the main challenges in pain management in cancer patients is the presence of neuropathic pain. Inadequate assessment of neuropathic pain results in inaccurate diagnosis and, consequently, ineffective treatment. The objective of the study was to determine the prevalance of neuropathic pain in cancer patients and establish the therapeutic methods used for cancer patients with neuropathic pain. MATERIAL AND METHOD: One hundred and eight cancer patients who started analgesic treatment were included in the study. Based on examinations, patients with neuropathic pain were assigned into one of two groups: Group 1: Patients who were not diagnosed with neuropathic pain; Group 2: Patients who were diagnosed with neuropathic pain and were on adjuvant medication. Patient demographics, type of cancer, intensity of pain using visual analog scale (VAS), etiology of neuropathic pain (cancer-related, cancer treatment-related or both) and the analgesic ladder used (Based on analgesic ladder system devised by World Health Organization ) were recorded. FINDINGS: Neuropathic pain was determined in 47 (43.5%) of the 108 patients. Among the 47 patients with neuropathic pain, 20 patients (42.5%) were in Group 1 and 27 patients (57.5%) were in Group 2. It was noted that neuropathic pain could be diagnosed only in 27 patients (25%) previously although 47 patients (43.5%) had neuropathic pain. Mean VAS scores of patients in Groups 1 and 2 were 7.6±1.6 and 6.2±2.2, respectively. intensity of pain among patients of Group 1 was statistically signifıcantly higher than those of Group 2 (p<0.05). There were no significant differences in the analgesic ladder and etiology of neuropathic pain between patients in Groups 1 and 2 (p>0.05). CONCLUSION: In the present study, we determined the prevalance of neuropathic pain in cancer patients, established that neuropathic pain is more common and that there is a problem in diagnosing neuropathic pain in clinical practice. We found the intensity of pain to be higher in undiagnosed patients. This result highlights the importance of accurate diagnosis in the effective management of neuropathic pain in cancer patients.

4.Causes Of Recurrence After Orchiopexy And Results Of Reoperation: Thirteen Years Experience
Tunç Özdemir, Mete Kaya, Sefer Tolga Okay, Ahmet Arıkan
doi: 10.5222/terh.2009.73397  Pages 111 - 114 (1096 accesses)
AMAÇ: İkincil orşiopeksi zorlayıcı bir cerrahi işlemdir. Bu çalışmanın amacı, yineleyen inmemiş testiste cerrahi yaklaşım ve karşılaşılabilecek sorunların değerlendirilmesidir. GEREÇ YE YÖNTEM: Kliniğimizde 1996 ve 2009 yılları arasında 67 hasta yineleyen inmemiş testis nedeniyle ameliyat edilmiştir. Hastaların ortalama yaşı 6'dır (2-13 y). Altmış yedi hastada yetmiş yedi ikincil orşiopeksi ve iki orşiektorni yapılmıştır. BULGULAR: Tüm hastalarda birincil ameliyat inguinal orşiopeksidir. Hastalardan 5'i bir dış merkezde ameliyat edilmişken, 16'sı kliniğimizde ameliyat edilmiş hastalardır. Tekrar ameliyat edilen 79 testisin 17'si normal karşı taraf testislerden küçük saptanmıştır. İkincil ameliyat sırasında 32 hastada (% 40) açık prosessus vajinalis saptanmıştır. İkincil orşiopeksi sonrasında 12 testisin hacmi küçülmüştür. Bu testislerden 4'ü iç inguinal ring hizasından (12 testisin 4'ü-% 33), 7'si inguinal kanaldan (53 testisin 7'si~% 13), 1'i de yüksek skrotal seviyeden (12 testisin 1 'i-% 8) testislerdir. Bir testis atrofik kabul edilerek orşiektorni yapılmıştır. SONUÇ: Açık prosessus vajinalis in orşiopeksi sırasında çıkarılmamasının, inmemiş testisin yinelemesinde önemli bir etken olduğu görülmüştür. Çalışmamızdan çıkarılan bir başka önemli sonuç da, yineleyen inmemiş testisin bulunduğu seviyenin yüksek olmasının, testis boyutunda küçülmede önemli bir katkı sağladığıdır.
AIM: Reorchiopexy is a challenging surgical procedure. The aim of this study is to evaluate the management and presumptive issutes of recurrent undescended testis. MATERIAL AND METHOD: Sixty seven patients were operated for recurrent undescended testis between 1996 and 2009. Mean age of patients was 6 years (2-13 y). Seventy seven reorchiopexies and 2 orchiectomies were performed to these 67 patients. FINDINGS: Inguinal orchiopexy was performed primarily in alL patients. Fifty one of these patients were operated in another institution, 16 were operated in our clinic. Seventeen of 79 reoperated testes were sınailer than contralateral controls. During the second operation, patent processus vaginalis was detected in 32 testes (% 40). The size of the testes was decreased after 12 reorchicpexies. Four of these testes were brought from the level of internal ring (4 of 12 testes-% 33), 7 from within inguinal canal (7 of 53 testes-% 13) and 1 from high scrotal level (1 of 12 testes-% 8). One testis was accepted atrophic and required orchiectomy. CONCLUSION: Inadequate excision of patent processus vaginalis was determined as an important factor leading to recurrence of undescended testis. Another important implication is the rate of shrinkage at testes increases vvith the increased level of recurrent undescended testes.

5.Flag-Ida In The Treatment Of Refractory/Relapsed Adult Acute Leukemias
Abdullah Altıntaş, Semir Paşa, Yüksel Küçükzeybek, Cengiz Demir, Orhan Ayyıldız
doi: 10.5222/terh.2009.28379  Pages 115 - 126 (2939 accesses)
AMAÇ: Yineleyen ve inatçı akut lenfoblastik lösemi (ALL) ve akut miyeloblastik lösemi (AML) olgularımızda, FLAG-İDA (Fludarabin, cytarabin, idarubisin, G-CSF) kemoterapisi sonuçlarımızı inceledik. GEREÇ VE YÖNTEM: Fludarabine 30 mg/m2 tek doz, sitarabin 2 gr/m2 5 gün, idarubicin 10 mg/m2 3 gün verildi. Kemoterapi tamamlandıktan sonra nötrofil düzeyi yükselinceye kadar koloni uyarıcı faktör (G-CSF) 5 ug/kg/gün dozda uygulandı. ALL ve AML olguları arasında cinsiyet, yaş ortalaması, beyaz küre sayısı, nötrofil sayısı, hemoglobin düzeyi, hematokrit düzeyi, trombosit sayısı, laktat dehidrogeuaz düzeyi, fıbrinojen düzeyi, PTZ düzeyi, INR düzeyi ve aPTT düzeyi açısından istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık yoktu. BULGULAR: Mayıs 2005 ve Nisan 2008 tarihleri arasında, yineleyen/inatçı 10 ALL, 37 AML olgusu FLAG-İDA protokolü ile tedavi edildi. ALL grubunda 3 hasta inatçı, 7 hasta yineleyen ALL olgusuydu. 3'ü erken (%42), 4'ü (%58) geç yineleyen olgulardı. FLAG-İDA rejimi sonrası ALL hastalarının hiçbirinde tam gerileme elde edilemedi, tedavi sonrası toplam yaşam süresi 4,2 ± 1,6 ay bulundu. AML olgularının 20'si yineleme, 17'si inatçı AML hastalarıydı. İnatçı/yineleyen hasta sayıları gruplar arasında benzerdi (p=0,157). Olguların 15'inde (%40,5) tam gerileme elde edildi. Gerileyen olgularda FLAG-İDA sonrası ortalama yaşam süresi 11,64 ± 9,6 ay, girmeyen olgularda 6,36 ± 5,9 ay olarak saptandı (p=0,003). 17 primer inatçı AML'li hastanın 5'i (%29,4) geriledi. 20 yinelemeli AML olgusunun 10'unda (%50) tam gerileme oldu. 12'si erken, 8'i geç yineleyen olgulardı. Erken yineleyen olgularda gerileme oranı 4/12 (%33), geç yineleme olgularda 6/8 (%75) olarak bulundu (p=0,157). Primer dirençli hastalar (5/17) ile yinelemeli hastalar (10/20) arasında FLAG-ÎDA protokolü ile gerileme oranları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmadı (p=0,09). FLAG-İDA uygulaması esnasında hiçbir hastada kullanılan ilaçlara bağlı toksik ölüm izlenmedi. SONUÇ: AML olgularında gerileme gözlenmesi dikkate değer ölçüdeydi. Bu bulgular bize yineleyen veya inatçı AML olgularında FLAG-İDA tedavisinin iyi bir seçenek olduğunu, buna karşın ALL olgularında yeterli olmadığını telkin etmektedir. Etkinliğin FLAG-İDA rejiminin Yineleyen/inatçı ALL olgularında daha geniş hasta gruplarında değerlendirilmesi gerekir.
AIM: We evaluated the efficacy and toxicity of FLAG-IDA (fludarabine, cytarabine, idarubicine, G-CSF) salvage regimen in patients with relapsed or refractory acute lymphoblastic leukemia (ALL) and acute myeloblastic leukemia (AML). MATERIAL AND METHOD: Relapsed/refractory ALL (n=10) and AML (n=37) patients were treated with FLAG-IDA regimen between May 2005 and April 2008. Fludarabine 30 m g/m2, cytarabine 2 gr/m2 for 5 days, idarubicine 10 mg/m2 were administered for 3 days. FINDINGS: After completion of chemotherapy G-CSF was administered 5 ug/kg/day until neutrophil recovery. There was no statistically significant difference in terms of gender, age, white blood cell count, neutrophil count, hemoglobin levels, platelet count, lactat dehidrogenase level and fibrinogen levels, PTZ, INR and aPTT levels between patients with AML and ALL. Three patients were refractory, and 7 patients were relapsed ALL. Three patients with early (42%), and 4 patients (58%) were late relapses. None of the patients with ALL achieved complete remission after FLAG-IDA regimen administration. Median survival of patients with ALL was 4.2 ± 1.6 months. Twenty patients were relapsed and 17 were refractory in AML group. Number of patients in relapsed and refractory group were similar (p=0.157). Complete remission was achieved in 15 (40.5%) cases and median duration of complete remission was 6 months. Mean overall survival was 11.64 ± 9.6 months for patients with achieved complete remission and 6.36 ± 5.9 months for patients with refractory to FLAG-IDA regimen (p=0.003). Five of seventeen (29.4%) patients with primary refractory and 10 out of 20 patients (50%) with relapsed AML achieved complete remission. Twelve out of 20 patients had early and 8 patients had late relapse. Complete remission was achieved in 4/12 (33%) in early, and 6/8 (75%) in patients with late relapse (p=0.157). There was no statistically significant difference in terms of achieving complete remission with FLAG- IDA regimen between patients with primary refractory and relapsed (p=0.09). There were no death caused from the specific toxic effect of drugs used in FLAG-IDA regimen. CONCLUSION: The remission rate in AML group with FLAG-IDA is considerable. These results suggested that FLAG- IDA therapy can be an alternative in primary refractory, early and late relapsed patients with AML, in contrast to the inefficiency in ALL cases. However, large-scale studies are warranted to determine the efficacy of FLAG-IDA in relapsed or refractory patients with ALL.

6.Intralesional Bleomycin Injection in Lymphangiomas Treatment in Children
Ali Sayan, Tunç Özdemir, Mehemt Can, Ahmet Arıkan, Ümit Bayol
doi: 10.5222/terh.2009.25590  Pages 127 - 132 (1071 accesses)
AMAÇ: Tümüyle çıkarılaması olanaksız lenfanjiomalarda cerrahi ile birlikte veya tek başına Bleomycin İnjeksiyonunun uygulanabilecek bir sağaltım yöntemi olup olmadığını araştırmak amaçlanmıştır. GEREÇ VE YÖNTEM: Lenfanjiom ön tanısı ile Ocak 1990-Mart 2009 arasında kliniğimize yatırılan ve sağaltım için cerrahi ile birlikte veya tek başına Bleomycin injeksiyonu uygulanan 10/365 ile 11 arası yaşlarda; 19 hasta (12 erkek 7 kız,) geriye dönük olarak değerlendirilmiştir. Lenfanjiomun sağaltımında kliniğimizin yaklaşımı total çıkarılma olduğu halde yerleşimi veya büyüklüğü nedeniyle total çıkarılamayan lenfanjiomalara ya bölümsel eksizyon sonrası veya eksizyon yapılmadan Bleomycin, 0,5 mg/kg dozunda intralezyonal olarak injekte edilmiştir. Lenfanjiom tamamen kayboluncaya kadar veya yaşamsal yapılardan uzaklaşarak tam çıkarılabilecek büyüklüğe ininceye kadar Bleomycin injeksiyonu 4-6 hafta aralar ile uygulanmıştır. BULGULAR: Sağaltım için hastalarımızdan 8'ine bölümsel eksizyon ile birlikte, 11 'ine tek başına Bleomycin injeksiyonları uygulanmıştır. Lenfanjioma, bölümsel eksizyon uygulanan hastalarda ortalama 3, yalnızca Bleomycin uygulanan hastalarda ise ortalama 3 ile 9 injeksiyon sonrası tümüyle kaybolmuş veya küçüldüğü için tam olarak çıkarılmıştır. Yineleme 1 hastada görülmüş (%5,9) ve yapılan tek doz Bleomycin ile lezyon kaybolmuştur. Tüm hastalar izlenmektedir. SONUÇ: Lezyonun tam olarak çıkarılması kesin sağaltım olmasına rağmen büyüklüğü ve yerleşimi nedeniyle tam olarak çıkarılamayan lenfanjiomlarda, Bleomycin injeksiyonu cerrahi ile beraber veya tek başına uygulanabilecek sağaltım yöntemi olabilir düşüncesindeyiz.
AIM: To search if bleomycin injection is a method alone or with operation fort he treatment of irresectable lymphangiomas. MATERIAL AND METHOD: 19 patients (12 boys, 7 girls) between 10/365 and 11 year-old who were brought to our clinic between January 1990-March 2009 and Bleomycin injection alone or with an operation for the treatment were evaluated retrospectively. Although total resection is the choice of treatment in our clinic. Bleomycin 0,5 m g/kg was injected primarily or after partial tumor excision in irresectable lympangiomas. Bleomycin injection continued with 4-6 week intervals until lymphangioma lost totally or got smaller enough to be extirpated without injuring the vital structures. FINDINGS: In 8 patients, partial excision was performed after Bleomycin Injection, while Bleomycin injection was enough in 11 patients. Median injection number was three in excision group, while this number was between 3 and 9 in injection alone group. Recurrence was seen in only one case (5.9%) and it was releaved after a last infection of bleomycin. Ali patients have been examined periodically. Lymphangioma lost totally or taken out totally as it got smaller approximately 3 in partial excision, and 3-9 in only Bleomycin injection. Relapse was seen in 1 patient (5,9%) and it lost after a single dose of Bleomycin. All the patients are under control. CONCLUSION: Although taking out the lesion totally is the choice of treatment, we think that Bleomycin injection can be a treatment method applied alone or with operation, if lymphangioma can not be taken out because of its near position to vital structures.

7.Evaluation of The Patient Information Website In Tepecik Teaching Hospital. I. The Physicians' Perspective
Yasemin Küçükçiloğlu, Suat Eren, Salih Daştan, İsmail Uçman, Nuri Erdoğan
doi: 10.5222/terh.2009.55452  Pages 133 - 139 (1045 accesses)
AMAÇ: Radyolojik görüntüleme yöntemleri hakkında hasta bilgilendirmeye yönelik internet yapılanmasının (www.radyolojibilgilendirme.org) anket çalışması ile değerlendirilmesi. GEREÇ VE YÖNTEM: Oluşturulan yapılanmanın çeşitli kurumsal çalışmalarla belirlenmiş ölçütlere uygunluğu laboratuvarımız dışında bulunan uzman veya uzmanlık öğrencisi hekimler tarafından bir anket çalışmasıyla değerlendirildi. Anket, Kim ve arkadaşları tarafından üzerinde fikir birliğine varılmış ölçütler göz önüne alınarak hazırlandı. Katılımcıların bu ifadelere verdikleri onay/onaysızlık beşli Likert ölçeği ile değerlendirildi. Anketin güvenilirliği Cronbach alfa güvenilirlik testi ile ölçüldü. Katılımcılarda cinsiyetten kaynaklanan farklılıkların değerlendirilmesi için t-testi, uzmanlık düzeyinden kaynaklanan farkın değerlendirilmesi için tek yönlü varyans analizi kullanıldı. BULGULAR: Uygulamış olduğumuz anket Cronbach Alfa ölçeği ile güvenilir bulunurken (a=0,77). Cinsiyet ve uzmanlık durumunun sonuçlara etkisi saptanmadı (p>0,05). Anketi oluşturan öğelere verilen puanlar ortalamanın üzerindedir (>3). Üç ve altındaki puanlar geliştirilmeye açık öğeler olarak değerlendirilmeye alındı. SONUÇ: Katılımcılar internet yapılanmasını genel olarak doyurucu bulmuştur. Ancak tasarım sorunları, dış bağlantıların yokluğu, bilgilerin kaynağını veya kanıtlarını vermekte eksiklik, hedef kitleye uygunluk ve kullanımcıların eğilimlerini gösterebilecek istatistiklerin olması gibi konularda geliştirme ve güncellemeye gereksinim vardır.
AIM: Evaluation of the health information website about radiological imaging procedures (www.radyolojibilgilendirme.org) through a questionnaire study. MATERIAL AND METHOD: The compatibility of the the website with the previously defined institutional criteria, as summarized by Kim et al., was evaluated through a questionnaire study. The participants were expert physicians or residents working in clinical branches. The approval and/or disapproval of the participants related to the items were assessed with a five point Likert scale. Reliability of the questionnaire was assessed by Cronbach's alpha test. T-test and one-way analysis of variance were used to evaluate the affect of gender and medical expertise, respectively. FINDINGS: The questionnaire was found to be reliable (a=0,77). Scores given to the items in the questionnaire were generally above-average (>3). Gender and level of expertise had no influence to the results (p>0,05). The items with average score of <3 were ragarded as "remarks vvhich need to be improved and updated". CONCLUSION: The compatibility of the website with the previously defıned institutional criteria has an average level of approval, however, the website needs to be improved and updated with regard to the design, external links, references, evidence of information and lack of the user statistics and suitability to a targeted audience.

8.Preoperative Radiological Analysis of Ethmoidal Roof in Sinonasal Pathologies
Erdem Atalay Çetinkaya, İbrahim Çukurova, Sevim Tetik
doi: 10.5222/terh.2009.09798  Pages 140 - 144 (1212 accesses)
AMAÇ: Kafa tabanını oluşturan yapıları çok iyi bilmek intraoperatif komplikasyonları önlemede çok önemlidir. Bu çalışmada kronik rinosinüzit ve / veya nasal polip gibi endoskopik sinüs cerrahisi planlanan hastaların kafa tabanı yapısını, anatomik varyasyonları ve anatomik işaretler incelenmiştir. GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmamızda daha önce herhangi bir rinolojik cerrahi veya travma öyküsü olmayan, endoskopik sinüs cerrahisi planlanan 96 hastanın ameliyat öncesi koronal düzlemde bilgisayarlı tomografileri incelendi. Hastalar sinonazal patolojilerine göre; nazal polip (s= 29), kronik rinosinüzit (s= 67) olarak ayrıldı. Kesitlerdeki kribiform plak - etmoid çatı derinlik farkları ölçülüp nazal taban - etmoid çatı arasındaki mesafeler hesaplandı ve asimetriler kaydedildi. BULGULAR: Hastaların 10'u (% 10.4) Keros tip 1, 69'u (% 71.9) Keros tip 2 ve 17'si (% 17.7) Keros tip 3 olarak değerlendirildi. 24 hastada (% 25) etmoid çatı asimetrik bulundu. SONUÇ: Sinonazal patoloji grubu içinde, Keros sınıflandırmasına göre istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmadı.
AİM: Skull base composition and the mean height of structures during endoscopic sinus surgery seems to be very important to prevent severe intraoperative complications. In this study, the skull base composition, anatomic variations and the effect of chronic rhinosinusitis and / or nasal polyposis on these measurements have been evaluated. MATERIAL AND METHOD: We studied preoperative coronal CT seans of 96 patients prior the endoscopic sinüs surgery. All of them had no previous rhinologic surgery or trauma history. The patients were classifıed as follows: patients with nasal polyposis (n= 29), patients with chronic rhinosinusitis (n=67). Distance between ethmoid roof and eribriform plate, and distance between etmoid roof and nasal floor were measured, asymmetry was recorded. FINDINGS: 10.4 percent of cases were Keros type 1, 71.9 % Keros type 2 and 17.7 % Keros type 3. CONCLUSION: There was no statistically significant difference among two groups regarding to Keros types of classifıcations.

CASE REPORT
9.Urethroplasty Using Everted Saphenous Vein Graft in A Child With Scrotal Hypospadias
Tunç Özdemir, Ahmet Arıkan, Habibe Nurdan Özer, Sefer Tolga Okay
doi: 10.5222/terh.2009.18942  Pages 145 - 148 (1183 accesses)
Skrotal hipospadias nedeniyle kliniğimizde daha önce ameliyat edilmiş ancak üretra açıklığının yine skrotumda olduğu 6 yaşındaki bir olguya literatürde ilk defa ters çevrilmiş safen ven grefti ile üretroplasti yapılmıştır. Ameliyat sonrası 3. ayda üç kez üretra dilatasyonu gereksinimi dışında sorunu olmamıştır.
A 6 years-old male patient with scrotal hypospadias for whose previous surgical correction had failed underwent urethroplasty usiııg eveıted saphenous vein graft for the very first time in literatüre. Postoperative course of the patient was uneventful except three urethral dilatations and single scrotal fistula which was closed spontaneously.

10.A Child Case With Bilateral Branchial Fistula
Ali Sayan, Sefer Tolga Okay, Ahmet Arıkan, Demet Etit, Ümit Bayol
doi: 10.5222/terh.2009.80557  Pages 149 - 152 (966 accesses)
Brankiyal arkııslann kalıntısı olan brankiyal kist ve fıstüller nadiren iki taraflıdır. Anomalinin özellikleri, doğumdan itibaren boynun her iki yanında akıntılı fıstül yakınması olan ve iki taraflı brankiyal fıstül tanısı konulan 4 yaşındaki bir erkek hasta sunularak vurgulanmıştır. Aile öyküsü bulunmayan hasta ameliyat edilerek submandibuler tükrük bezine kadar uzanan fıstüller tümüyle çıkartılmıştır. Boyunda tek taraflı veya nadiren iki taraflı olarak görülen ve doğumdan itibaren bulunan fıstül veya kistlerde brankiyal kalıntılar her zaman düşünülmelidir.
Branchial cysts and fistulas are the rermants of branchial arcus and rarely seen bilateral. We present a 4 year old male patient who had two-sided cutaneous leakage on his neck since birth and diagnosed as bilateral branchial fıstüla. The patient had no family story and the fistulas extending to submanibulary gland excised compeletely by operation. Branchial rermants should be considered when unilateral or bilateral fistula or cysts seen on the neck after the birth.

11.A Case Of Familial Hemophagocytic Lymphohistiocytosis in Association With Cytomegalovirus Infeciton
Zümrüt Şahbudak, Meral Türker, Işın Yaprak, Oya Halıcıoğlu, Berna Atabay
doi: 10.5222/terh.2009.33341  Pages 153 - 156 (984 accesses)
Hastanemiz Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Süt Çocuğu Servisine bir aydır süregelen yüksek ateş, karın şişliği yakınmaları ile getirilen 4 aylık kız olgu hepatosplenenomegali, pansitopeni, hipertrigliseridemi, hiperferritinemi ve kemik iliği aspirasyonunda görülen yaygın hemofagositoz nedeniyle hemofagositik lenfohistiyositoz tanısı almış: Sitomegalovirüs (CMV) Immünglobulin (Ig) M antikor düzeyi yüksek, CMV-PCR pozitif bulunmuştur. Olgumuzun yaşı, soygeçmişinde akraba evliliği olması ve halanın erken süt çocukluğu döneminde benzer yakınmalarla kaybedilmiş olması nedenleri ile anne, baba ve hastadan alınan genetik mutasyon analizlerinde perforin gen mutasyonu saptanmıştır. Olgu nadir görülmesi ve Ailevi hemofagositik lenfohistiyositoz (AHLH)'de genetik tanı ve danışmanlığın önemini vurgulamak amacıyla sunulmuştur.
We report a four-month old female patient brought to our hospital with prolonged fever and abdominal swelling. Hepatosplenomegaly, cytopenia, hypertriglyceridemia, hyperferritinemia and hemophagocytosis in the bone marrow were found. Investigations for viral infections revealed high CMV IGM antibody and CMV PCR positivity. Because of patient's young age, history of consanguineous marriage and an exitus history of a close relative in infacy, molecular genetic analysis was performed and perforin gene mutation was described in both the patient and the parents. The patient is reported because of it's rarity and to emphasize the importance of genetic diagnosis and genetic counselling.

12.Bilateral Vokal Kord Paralizisi Olan Bir Çocukta Anestezi Yönetimi
Can Eyigör, Esra Çağıran, Zeynep Pestilci Töz
doi: 10.5222/terh.2009.64188  Pages 157 - 159 (1130 accesses)
Olgu sunumumuzda, ani gelişen tama yakın solunum tıkanması nedeniyle acil trakeostomi açılan 3 yaşında zeka geriliği olan hastamızdaki anestezi uygulamamızı tartıştık. Anestezi uygulamamızın ilk bölümünde hastanın spontan solunumu korundu ve bu dönemde hastaya tanısal rijit bronkoskopi uygulandı. Rijit bronkoskopi ile bilateral vokal kord paralizisi tanısı konan ve başka bir patoloji saptanmayan hastaya, anestezi uygulamamızın ikinci bölümünde oratrakeal intübasyon uygulandı ve sonrasında sorunsuz olarak acil trakeostomi açıldı. Operasyondan sonra hasta problemsiz olarak postoperatif yoğun bakım ünitesine alındı.
In our case report, we discussed oıır anesthesia procedures in a 3 years old mentally retarded patient who had emergency tracheostorny for sudden-onset near-total pulmonary obstruction. In the fırst stage of the anesthesia, patient's spontaneous respiration was maintained during diagnostic rigid bronchoscopy the pathology. No pathology otlıer than bilateral vocal cord paralysis was diagnosed by rigid bronchoscopy. In the second stage of anesthesia, orotracheal intubation was carried out followed by uncomplicated emergency tracheostorny. Patient was transferred uneventfully to postoperative intensive care unit after the operation.

13.Imaging May Have Priority At Distinguishing Diagnosis Of Hypertensive Patient With Hypokalemia: A Case With Conn Syndrome
Dayimi Kaya, Alper Alp, Öner Özdoğan, Hidayet Çatal
doi: 10.5222/terh.2009.22747  Pages 160 - 164 (3478 accesses)
Klasik olarak hipertansiyonu olan hastaların % 95'inde etiyolojinin bilinmediği (primer hipertansiyon), geriye kalan % 5 hastada ise hipertansiyonun başka bir hastalığa sonucu geliştiği bilinmektedir. Benzer şekilde, sekonder hipertansiyonun en sık nedeninin primer hiperaldosteronizm olduğu ve bu hastalığın tüm hipertansiyonluların yaklaşık % 1-2'lik bir kısmını kapsadığı da klasik bilgi olarak tanımlanabilir. Ancak son yıllardaki çalışmalar primer hiperaldosteronizmin düşünüldüğünden çok daha sık rastlandığını ve tüm hipertansiflerin % 5-10'unu oluşturabileceğini göstermiştir. Primer hiperaldosteronizm'in cerrahi olarak düzeltilebilen en önemli hipertansiyon nedenlerinden biri olması bu hastalığın diğer bir önemli özelliğidir. Tam düzelme şansı bulunan hipertansiyon nedenlerinin poliklinik şartlarında dikkatli bir şekilde araştırılması ve tanı konulması uygulanan antihipertansif tedavinin başarısını arttırabilir. Bu yazıda polikliniğimizde tedaviye dirençli hipertansiyon nedeniyle izlenen, rutin biyokimyasal tetkiklerinde hipokalemi saptanıp hemen görüntüleme yöntemleri kullanılarak primer hiperaldosteronizm tanısı konulan bir olgu tartışılmıştır.
Classically it is known that 95% of patients with hypertension the etiology are unknown (primary hypertension), in 5% remaining patients, hypertension develops secondary to another disease. It is also a classic knowledge that, the most common cause of secondary hypertension is primary hyperaldosteronism and this disease contains 1 -2% of hypertensive population. However, recent researches have shown that primary hyperaldosteronism more frequent than formerly thought and it could

14.Case of Cystic Hygroma And Hydrops Associated By Edward's Syndrome
Külal Çukurova, Hakan Yetimalar, Meltem Seğmen, Burcu Kasap, Hüseyin İvit, Adnan Kelkit, Aşkın Yıldız
doi: 10.5222/terh.2009.43692  Pages 165 - 167 (1205 accesses)
Ultrasonografıyle fetal kistik higroma ve yaygın ödem saptanan bir gebe olgeda gebelik ebeveynin isteği ile sonlandırılmış, postmortem karyotip analizi ile Fetal Edward Sendromu tanısı konulmuştur. Sonuç olarak intrauterin fetal higroma ve ilişkili malformasyonlar saptanan gebeliklerin sonlandırılma kararının verilmesinde ultrason önemli bir araçtır ve bu fetüslere postmortem karyotip analizinin yapılması aileye genetik danışmanlık verilmesinde esastır.
The pregnancy in which fetal cystic hygroma and generalised edema were detected by ultrasound was terminated at the instance parent's option and diagnosed as Fetal Edward's Syndrome after postmortem karyotype analysis. As a result, ultrasound is an important tool in determining the termination of pregnancies in which intrauterine fetal hygroma and related malformations detected and it is essential to perform postmortem karyotype analysis to afford genetic counselling to the family.

15.The Association Of Non-Hodgkin Lymphoma With Renal Cell Carcinoma
Yüksek Küçükzeybek, Sait Yamiş, Betül Bolat Küçükzeybek, Remzi Erten, Murat Tüken, Ahmet Koç, Abdullah Altıntaş
doi: 10.5222/terh.2009.40222  Pages 168 - 170 (1140 accesses)
55 yaşındaki erkekte NHL ve böbrek tutulumu ön tanısıyla 8 seans kemoterapi uygulandı. Böbrek lezyonu dışında tam yanıt alınan olguda radikal nefrektomi gerektiren renal hücreli karsinom saptandı. Bu olgu sunumunda nadir görülen bir durum olan renal hücreli karsinom ve non-Hodgkin lenfoma eşzamanlı birlikteliği sunulmuştur.
A 55 years old man with non-Hodgkin lymphoma of mesenteric nodes had a renal lesion. There was no response of renal lesion -to the 8 cycles chemotherapy. Radical nephrectomy revealed a renal celi carcinoma. This is a very rare case with concomitant non-Hodgkin lymphoma and renal-cell carcinoma.

OTHER
16.Language Reform in Turkish Medical Literatüre: Philosophical Reasons And A Brief History
Nuri Erdoğan, Orhan Özçekici, Suat Eren
doi: 10.5222/terh.2009.49207  Pages 171 - 176 (1099 accesses)
Bu yazıda hekimlik dilinde Türkçeleşmenin gerekçeleri düşünbilimsel (Ar. felsefe) bir bakış açısıyla özetlenmiş ve Selçuklu İmparatorluğu döneminden başlayarak Türkçeleşme devinimlerinin kısa bir tarihi sunulmuştur. Tarihsel, basamaklar incelendiğinde bilimsel dilde ulaşılan noktanın Türk Dil Devriminin erekleriyle uyumlu olduğunu söylemek zordur. Bize göre bu uyumsuzluğun en önemli nedeni, hepsi birer aydın öncü olan hekimlerin Türkçeleşmenin düşünbilimsel gerekçelerini kavramaktaki güçlüğüdür. Yazının sonunda sorunun çözüm yolları hakkında öneriler bulunmaktadır.
In this article, we review the philosophical reasons to language reform in the Turkish medical language, together with a brief history of the reform movements starting from the times of Seljukian Empire. When the historical landmarks are reviewed, it is hard to say that we have achieved the aims of the Turkish Language Reform in the scientifıc literatüre. In o ur opinion, the outcome largely results from the inability of the Turkish physicians, although considered as intellectual leaders of the society, to grasp the philosophical reasons behind the reform. Further suggestions, especially with regard to the future policies are discussed.

LookUs & Online Makale