E- ISSN: 3023-6215
ANATOLIAN JOURNAL OF GENERAL MEDICAL RESEARCH - Anatol J Med : 22 (1)
Volume: 22  Issue: 1 - 2012
CLINICAL RESEARCH
1.Retrospective Review Of Our Anesthetic Practices In Laparoscopic Surgery
Yücel Karaman, Mustafa Gönüllü, Hüseyin Özkarakaş, Sinan Pektaş
doi: 10.5222/terh.2012.83278  Pages 1 - 4 (1397 accesses)
Amaç: Laparoskopik cerrahi, ülkemizde giderek yaygınlaşmaktadır. Hastanemizde 2 yıllık süre içinde yapılan laparoskopik operasyonlar ile anestezik yaklaşım ve yöntemlerini tartışmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda ocak 2010 - aralık 2011 tarihleri arasında laparoskopik cerrahi uygulanan tüm hastaların peroperatif ve postoperatif kayıtları retrospektif olarak incelendi. Hastaların demografik verileri, ASA sınıflaması, yandaş hastalıkları, yapılan ameliyat türleri, ameliyat süreleri, uygulanan anestezi yöntemleri değerlendirildi. Bulgular: Kliniğimizde Ocak 2010 - Aralık 2011 tarihleri arasında 305 hasta opere edildi. Bu hastaların % 64’ü ASA I, % 20.9’u ASA II, % 13.7’si ASA III ve bir hasta ASA IV idi. En sık yapılan operasyonlar laparoskopik kolesistektomi ve herni onarımı idi. Uygulanan anestezi yöntemleri genel anestezi yöntemleridir. Sonuç: Cerrahi ve anestezideki gelişmeler sayesinde doğru hasta seçimi, doğru anestezi teknikleri ile laparoskopik cerrahi operasyonları güvenle uygulanabilmektedir.
Aim: Laparoscopic surgery has been increasingly performing in our country. We aimed to discuss our results in our laparoscopic surgery and anesthetic management during two years period. Material and Method: All patients underwent laparascopic surgery in our clinic from January 2010 to December 2011 enrolled in this study. Peroperative and postoperative results were reviewed retrospectively for all patients. Patients demographic data, operations, duration of surgery, ASA classification, anesthesia methods were all evaluated. Findings: In our clinic, since January 2010 to December 2011, 305 patients had been operated. While 64 % of all patients were ASA I, 20 % of them ASA II, 13.7 % of all patients ASA III and one patients ASA IV. The most common surgical procedure were laparoscopic cholecystectomy and hernia repair. The use type of anesthesia was general anesthesia. Conclusion: Thanks to advances in surgery and anesthesiology, a lot of anesthesia techniques could be performed safely with proper patient and anesthesiologic techniques selections in laparoscopic surgery.

2.The Effects Of The Maternal Body Mass Index On Duration Of Labor, Mode Of Delivery, Neonatal Birth Weight Apgar Score And Postpartum Complications
Yurdaer Baydar, Aslı Bayındır, Burcu Harmandar Kasap, Derya Kılıç Sakarya, Hayri Aksüt, Mehmet Hakan Yetimalar, İncim Bezircioğlu
doi: 10.5222/terh.2012.38819  Pages 5 - 10 (1234 accesses)
Amaç: Anne vücut kitle indeksinin doğum süresi, doğum şekli, bebek doğum ağırlığı, APGAR skoru ve doğum sonrası komplikasyonlar gibi perinatal sonuçlara etkisini araştırmak. Gereç ve Yöntem: Hastanemizde 2008 - 2009 yılları arasında doğum yapan 300 gebenin kayıtları geriye dönük incelendi. Doğum öncesi hesaplanan vücut kitle indeksine göre incelenen gebeler 4 gruba ayrıldı; Grup1: Normal (Vücut kitle indeksi: 18,5 - 24,9 kg/m²) (s54), Grup 2: Fazla kilolu (Vücut kitle indeksi: 25 - 29,9 kg/m²) (s150), Grup 3: şişman (Vücut kitle in-deksi: 30-39,9kg/m²) (s 92), Grup 4: Aşırı şişman (Vücut kitle indeksi: ?40 kg/m²) (s 4). Gruplar birbirleri ile doğum süresi, doğum şekli, bebek doğum ağırlığı, APGAR skoru ve doğum sonrası komplikasyonlar açısından karşılaştırıldı. Bulgular: Vücut kitle indeksi arttıkça sezaryen doğum oranlarının da anlamlı olarak artmakta olduğu görüldü (=0,044). Gruplar birbirleri ile doğum süresi, bebek doğum ağırlığı APGAR skoru ve doğum sonrası komplikasyonlar açısından karşı-laştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. Sonuç: Yüksek vücut kitle indeksli annelerde sezaryen doğum oranı artmaktadır.
Aim: The aim of our study is to investigate the effects of maternal body mass index on perinatal outcomes such as duration of labor, mode of delivery, neonatal birth weight, neonatal APGAR score and particular postpartum complications. Material and Method: The medical records of 300 pregnant women who attended to and delivered in our institution between 2008-2009 were analyzed retrospectively. According to prelabor body mass index, the pregnant women were divided into 4 groups, namely, Group 1: Normal (Body mass index: 18,5-24,9) (n=54), Group 2: Overweight (Body mass index: 25-29,9) (n=150), Group 3: Obese (Body mass index: 30-39,9) (n=92), Group 4: Morbid obese (Body mass index: ?40) (n=4). The groups were compared according to duration of labor, mode of delivery, neonatal birth weight, neonatal APGAR score and particular postpartum complications. Findings: High maternal body mass index increases the rate of cesarean section delivery (p=0,044). There is no statistical significant difference between the groups in terms of duration of labor, neonatal birth weight, neonatal APGAR score and particular postpartum complications. Conclusion: High maternal body mass index is associated with elevated rates of cesarean section delivery.

3.Evaluation Of Esophagitis In Children With Celiac Disease
Fatih Ünal, Maşallah Baran, Ayşegul Cebe, Filiz Eren, Gülseren Şahin, Erhun Kasırga
doi: 10.5222/terh.2012.79189  Pages 11 - 15 (1093 accesses)
Amaç: Çölyak hastalığı tanısı alan olgularda özofajit sıklığı, özofajiti olan ve olmayan hastalarda reflü semptomları ve duodenumdaki histopatolojik değerlendirmedeki ağırlık ile özofajit sıklığı arasındaki ilişki araştırılmıştır. Gereç ve Yöntem: Çölyak hastalarının tanı anındaki bulguları geriye dönük tarandı. Hastalar özofajiti olan ve olmayan çölyak hastaları olarak iki gruba ayrıldı. Hastaların histopatolojik bulguları, reflü semptomları ve demografik özellikleri kar-şılaştırıldı. Bulgular: Çalışmamızda 71 (53%) çölyaklı hastada özofajit bulgularına rastlandı. Özofajitli çölyak hasta grubunda bulantı, kusma, pirozis gibi reflü semptomları daha sık saptanmıştır (p <0,001). Her iki grupta yaş, cinsiyet, vücut boy ölçümleri ara-sında anlamlı farklılık saptanmadı. Özofajiti olan çölyaklı hastalar ile özofajiti olmayan hastalar arasında histopatolojik sınıf-lamaya (Marsh sınıflaması) göre anlamlı fark saptanmadı. Özofajitli çölyak hastalarındaki Marsh sınıflamasının ağırlığı ile özofajit gelişimi arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı. Sonuç: Çölyaklı 71 olguda (%53) özofajit saptandı, özofajit olan hastalarda reflü semptomları daha belirgindi.
Aim: In current study, we evaluated the prevalence of reflux esophagitis in celiac patients. Dyspeptic symptoms were com-pared between those with and without esophagitis, and investigated the relationship between histopathological grade in duo-denum and frequency of esophagitis. Material and Methods: Findings of patients with celiac disease at diagnosis were retrospectively reviewed the records of Dortcelik Children's Hospital Pediatric Gastroenterology Clinic. Celiac patients were divided in to two groups; with and without esophagitis. Histopathologic findings, reflux symptoms and demografic findings were compared with in both group. Findings: Esophagitis findings were detected in 71 (%53) patients with celiac disease. Reflux symptoms such as vomiting, nausea and pyrosis were more common in celiac patients with reflux oesophagitis than those without reflux esophagi-tis (p<0.01). No difference was found between two groups according to age, gender and height. No significant difference was found in terms of histopathological grade (Marsh Classification) in celiac patients with and without reflux esophagitis. We did not find a significant correlation between Marsh Classification grade and the findings of esophagitis in celiac patients with esophagitis. Conclusion: Esophagitis findings were detected in 71 (53%) patients with celiac disease. Reflux symptoms were more com-mon in celiac patients with reflux esophagitis than those without reflux esophagitis.

4.The Predictive Value Of The Relationship Between Increased Levels Of Urinary Neutropil Gelatinase-Associated Lipocalin And The Risk Of Degradation Of Renal Function In The Patients With Acute Cardiac Failure
Mehmet Tanrısev, Seda Bostancı, Hülya Çolak, Yusuf Kurtulmuş
doi: 10.5222/terh.2012.91459  Pages 17 - 23 (1088 accesses)
Amaç: Akut kalp yetmezlikli hastalarda renal fonksiyondaki bozulma genellikle kötü prognozla direkt ilişkilendirilmektedir. Kalp yetmezliği olan hastalarda serum kreatinin değerlerindeki yükselme kardiyovasküler ölüm riskini de artırmaktadır. Nötrofil Jelatinazlı Lipokalin (NJL) tubuler epitelyal hasarda nefron tarafından salgılanan ve akut renal tübüler hasarı gösteren bir erken belirteçtir. Kalp Yetmezliği tedavisi sonrası NJL akut böbrek hasarı belirteci olarak kullanılıp kullanılamayacağı araştırıldı. Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza 01.01.2009- 01.12.2009 tarihleri arasında Tepecik Eğitim Araştırma Hastanesi Dahiliye Kliniği tarafından akut kalp yetmezliği tanısı ile yatırılan 40 vaka alındı. Tüm olguların yaş, cinsiyet, yandaş hastalıkları, kullandığı ilaçlar, üre, kreatinin, geliş idrar NJL düzeyi, transtorasik ekokardiyografi ile saptanan sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonları ve tedavi sonrası 72. saat kreatinin ve idrar NJL değerleri kaydedildi. Olguların glomerüler filtrasyon oranı Cockcroft - Gault formülü ile hesaplandı. Hastaların 17 si kadın (%42,5), 23 ü erkekti (%57,5). Yaş ortalaması 67±10 du. Tüm hastalarımızın eşlik eden hastalıkları bulunmaktaydı. Kontrol kreatininde artma olan 19 hastamız vardı. Bulgular: Bu hastalarda kontrol NJL düzeylerini geliş NJL düzeylerine göre yüksek ve istatiksel açıdan anlamlı saptadık. Kalp yetmezlikli hastalarda böbrek fonksiyon kötüleşmesi ile üriner NJL düzeyleri arasında ilişki olduğuna inanıyoruz. Sonuç: Yapılacak yeni çalışmalar doğrultusunda NJL akut böbrek hasarı belirteci olarak kullanılmaya başlanacağını düşünüyoruz.
Aim: Renal dysfunction is mostly associated with poor prognosis in the patients with acute heart failure. Elevated serum creatinine values in patients with heart failure also increase the risk of cardiovascular death. In these patients, renal dysfunction can be avoided by early detection of acute kidney injury. Neutrophil Gelatinase –Associated Lipocalin is an early marker for acute renal tubular damage and secreted by the nephrons when the tubulus epithelium is damaged. We assessed Neutrophil Gelatinase –Associated Lipocalin as an early marker of acute kidney damage in patients with congestive heart failure. Material and Method: Forty patients with acute heart failure admitted to Tepecik Education and Research Hospital Internal Medicine Clinic between 01.01.2009 and 01.12.2009 were included in the study. Seventeen patients were female (%42,5), and 23 were male (%57,5). The mean age of the patients was 67±10 years. Age, sex, comorbid diseases, medications, serum levels of urea and creatinine, urine levels of Neutrophil Gelatinase –Associated Lipocalin and left ventricular ejection fractions by transthoracic echocardiography were detected at admission. Serum levels of creatinine and urine levels of Neutrophil Gelatinase –Associated Lipocalin were detected after 72 hrs of treatment in the study population. In 19 patients, the serum creatinine increased to the levels of acute kidney injury. Glomerular filtration rate of the cases was calculated with Cockcroft – Gault Formula. Findings: The control Neutrophil Gelatinase –Associated Lipocalin levels were higher than the initial Neutrophil Gelatinase –Associated Lipocalin levels with a statistical significance. We belive that there’s a relationship between urinary Neutrophil Gelatinase –Associated Lipocalin levels and renal dysfunction in patients with heart failure. Conclusion: We assume that Neutrophil Gelatinase –Associated Lipocalin can be used as an acute kidney injury marker in the near future.

5.The Grip Strength And Levine Score Changes After Carpal Tunnel Release With Standart Mini Open Incision
Mert Kumbaracı, Levent Karapınar, Ahmet Kaya, Hasan Karapınar, Ahmet Savran
doi: 10.5222/terh.2012.95444  Pages 25 - 28 (1012 accesses)
Amaç: Çalışmanın amacı; standart mini açık kesi ile dekompresyon uygulanan karpal tünel sendromlu hastaların fonksiyonel durumlarını ve kavrama güçlerindeki değişiklikleri incelemekti. Gereç ve Yöntem: Çalışmada, karpal tünel sendromu nedeniyle standart mini açık kesi ile gevşetme uygulanan 32 hasta (28kadın, 4 erkek) geriye dönük olarak değerlendirildi. Hastaların yaş ortalaması 57 (dağılım 33-70) idi. Hastalar operasyon-dan önceki ağrı ve uyuşma şikayetlerindeki azalma, skar dokusundaki ağrı ve hassasiyet bakımından değerlendirildi. Ameli-yat edilen el ile sağlam el, kaba kavrama gücü başparmak ve ikinci parmak arasında sıkıştırmadaki(çimdikleme) güç farkları açısından karşılaştırıldı. Hastalara öznel işlevsel değerlendirme için Boston karpal tünel anketi ameliyat öncesi ve sonrası dönemde uygulandı ve sonuçlar karşılaştırıldı. Bulgular: Hastaların ortalama izlem süresi 10.5 (dağılım 6-15) ay idi. Hastaların tümünde ağrı ve uyuşma şikayetlerinin geç-tiği görüldü. Otuziki hastanın 2’sinde uyuşmanın hafif de olsa devam ettiği saptandı. Beş hastada operasyon bölgesinde ağrı ve duyarlılık vardı ve bu şikayetler ortalama 2.8 ay devam etmişti. Operasyon sonrası Boston karpal tünel anketi skorlarının ortalama değerleri operasyon öncesi değerler ile karşılaştırıldığında aradaki fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0.001). Opere edilen el ile sağlam el arasındaki ortalama kaba kavrama gücü farkı -2.5 kg, sıkıştırmada fark -0.8 kg ve çimdikleme-deki fark ise -1.2 kg idi. Sonuç: Bu bulgularla standart mini açık kesi, karpal tünelin gevşetilmesinde güvenle kullanılabilen bir cerrahi yöntem olarak görülmektedir.
Aim: Objective of the study was to examine changes in functional statuses and grip strengths of patients with carpal tunnel syndrome to whom standard mini incision and decompression was applied. Material and Method: In the study, 32 patients (28 women, 4 men), to whom release by way of standard mini incision was applied due to carpal tunnel syndrome, were retrospectively evaluated. Average age of the patients was 57 (range 33 to 70). Patients were evaluated in terms of improvement in pain and numbness complaints, and pain and sensitivity in scar tissue. Operated hand and healthy hand were compared in terms of rough grip strength, and differences in lateral and terminal pinch strength. Boston carpal tunnel questionnaire was applied in pre- and post-operation periods and results were compared for subjective functional evaluation of patients. Findings: Average follow-up period of patients was 10.5 months (range 6 to 15). It was observed that none of the patients had any more nocturnal pain and numbness complaints. It was determined that paresthesia complaints, although milder, still continued in 2 of 32 patients. 5 patients had complaints of pain and numbness in operated area and such complaints continued for 2,8 months on average. While mean values of post-operation Boston carpal tunnel questionnaire scores were compared top re-operation values, the difference was statistically significant (p<0.001). Mean rough grip strength difference was -2.5 kg, lateral pinch difference was -0.8 kg, and terminal pinch difference was -1.2 kg between operated hand and healthy hand. Conclusion: In the light of, standard mini open incision is considered to be a surgical method that can be used safely in re-leasing carpal tunnel.

6.Relationship Between Chronic Diseases, Body Mass Index and Waist Circumference For The Follow-Up of Elderly Patients Followed in a Primary Care Unit
Yasemin Kılıç Öztürk, Faruk Öztürk, Seçkin Tosun Erdem, Rıfat Kılıçarslan, Figen Aksu
doi: 10.5222/terh.2012.62854  Pages 29 - 36 (1249 accesses)
Amaç: Birinci basamakta izlenen yaşlı hastalarda şişmanlık prevalansı ile sosyoekonomik durum ve kronik hastalıklar arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi, ağırlık ve boy ölçümünde güçlükler yaşadığımız bu hasta grubunda beden kitle indeksi ile bel çevresi, kalça çevresi ve bel-kalça çevresi oranı arasındaki korelasyonun değerlendirilmesi yoluyla ölçümlerin birbiri yerine kullanılabilirliğinin araştırılmasıdır. Gereç ve Yöntem: Kesitsel tanımlayıcı bu çalışmada Urla 1 numaralı Aile Sağlığı Merkezinde izlemi yapılan 510 yaşlı(>65) hastadan veri tabanı kayıtları eksiksiz olan 362 hasta çalışmaya alındı. Bireylerin demografik verileri (cinsiyet, yaş, öğrenim durumu, medeni durum), kronik hastalık tanıları (hipertansiyon, diyabet, hiperlipidemi), beden kitle indeksi, bel ve kalça çevresi ölçümleri araştırmacılar tarafından çalışmanın amacına uygun düzenlenen standart forma geriye dönük kaydedildi. Verilerin analizinde t testi, Anova (post hoc LSD), Pearson korelasyon analizi kullanıldı. Bel ve kalça çevrelerinin beden kitle indeksi değerlendirmesine göre sınır değerleri ve bu değerlere göre hesaplanan duyarlık,özgüllük ve eğri altındaki alan değer-lerinin hesaplanması ile ROC eğrilerinin çizilmesinde MedCalc demo programı kullanıldı. P<0,05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Bulgular: Diabetus mellitus, hipertansiyon, hiperlipidemi’si olan, tüm olgularda beden kitle indeksi ile bel çevresi ve kalça çevresi arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulundu (p<0,05). Şişmanlığa göre bel ve kalça çevresi için bulunan sınır değerlerine göre hesaplanan eğri altındaki alan değerleri istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,05). Bel-Kalça çevresi oranı için tüm olgularda ve sadece kadınlarda bulunan en iyi sınır değerleri istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı. Erkeklerde Bel-Kalça çevresi oranı için bulunan sınır değeri istatistiksel olarak anlamlı bulundu. Sonuç: Çalışmada yaşlılarda şişmanlık sıklığı %34,8 dir. Çalışmada kronik hastalığı olan yaşlılarda bel çevresi ve kalça çev-resi ölçümlerinin beden kitle indeksi ile ilişki gösterdiği dikkat çekmektedir. Ayakta durma güçlüğü olan yaşlı hastalarda beden kitle indeksi yerine toplumlara göre sınır değerleri belirlenerek; bel ve kalça çevresi ölçümlerinin kullanılabilirliği önerilmiştir.
Aim: To evaluate the prevalence of obesity and the relationship between socioeconomic status or chronic diseases in elderly patients followed in primary care is planned, to investigate whether measurements of body mass index, waist circumference (WC), hip circumference (HC), and WC / HC could be made interchangeably by evaluating the correlation between due to the difficulties experienced in the measurement of height and weight of this group of patients. Material and Method: In this descriptive cross-sectional study, of the 65 years and older 510 patients followed at Urla 1st Family Health Center (ASM), 362 patients with complete data base records were included in the study. The demographic da-ta of individuals (gender, age, education level, marital status), the diagnosis of chronic disease (hypertension, diabetes, hyper-lipidemia), BMI, waist and hip circumference measurements recorded retrospectively on the standard form designed for the purpose of the study by researchers. Independent analysis of the data sample t test, One Way ANOVA (post hoc LSD), with Pearson correlation analysis was used. According to the evaluation of waist and hip circles BMI cut-off values and the values calculated according to the sensitivity, specificity and AUC of the ROC curves by calculating the MedCalc demo program was used for drawing. P<0.05 was considered statistically significant. Findings: A statistically significant correlation was found between BMI and waist circumference and hip circumference for DM, HT, HL and all patients (p <0.05). Waist and hip circumference cut-off values based on the AUC (area under curve) values according to obesity were statistically significant (p <0.05). In all cases, and only in women the best cut-off values for WHR was not statistically significant. The cut-off value for WHR in men was statistically significant. Conclusion: In our study, waist circumference and hip circumference measurements in the elderly with chronic disease shown to correlate with BMI calculations are noteworthy. In elderly patients who have difficulty standing up; cut off values by the waist and hip circumference measurements determining the boundaries of communities instead of BMI is proposed the availability.

7.Factors Related With Blood Pressure Levels Of Hypertensive Patients Followed in a Primary Health Care Unit
Yasemin Kılıç Öztürk, Faruk Öztürk, Şefik Zeytunlü, Ali Savaş Miran, Yasin Demir
doi: 10.5222/terh.2012.30316  Pages 37 - 44 (1078 accesses)
Amaç: Çalışmadaki amaç antihipertansif tedavi alan hasta grubunda hastaların kan basıncı düzeyi ile ilişkili faktörlerin değerlendirilmiştir. Gereç ve Yöntem: Kesitsel tanımlayıcı tipteki bu araştırma Ağustos 2012 tarihinde İzmir Urla 1 numaralı Aile Sağlığı Merkezi’ne hipertansiyon tanısı ile başvuran araştırmamıza katılmayı kabul eden kayıtlı nüfusu temsil eden 455 kişiyle yürütüldü. Araştırmaya katılmayı kabul eden hastalara yüz yüze görüşmek suretiyle araştırmacılar tarafından çalışmanın amacına uygun olarak düzenlenen anket uygulandı, beden kitle indeksleri ve kan basıncı ölçümleri kaydedildi. Elde edilen verilerin istatistik analizlerinde tanımlayıcı istatistikler, ki-kare ve Fisher'in kesin testi kullanıldı. P<0.05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. İstatistik için SPSS 15.0 programı kullanıldı. Bulgular: Çalışmaya katılan antihipertansif tedavi almakta olan 455 hastanın yaş ortalaması 65±10,97 yıl (26-89) olup %39,8’i (181olgu) erkek; %60,2’si (274) kadındı. Olguların %13’ü normal kilodaydı. Alkol kullanımı %20,9; sigara kulla-nımı %16 oranındaydı. Halen çalışanlarda ve erkeklerde yaşam tarzı değişikliklerine uyum düşük bulundu (p=0,006). Katılımcıların sistolik kan basıncı ortalamaları 139,47±19,38 (91-220)mmHg olarak, diyastolik kan basıncı ortalamaları 79,82± 10,58 (56-130)mmHg olarak bulundu. Çalışmada katılımcıların %56,9’unda (259) kan basıncı kontrolünün sağlandığı dikkat çekmekteydi. Sonuç: Hipertansif hastalarda sigara, alkol ve şişmanlık ile mücadeleye ağırlık verilmelidir. Sağlık kuruluşlarına her başvuruda yaşam tarzı değişiklikleri hatırlatılıp sorgulanmalıdır. İşyerlerinde beslenme ve egzersiz ile ilgili düzenlemeler yapılmalıdır.
Aim: The aim of this study is to evaluate the factors related with blood pressure levels of hypertensive patients receiving antihypertensive treatment. Material and Method: This is a cross-sectional descriptive study conducted in August 2012 at the Izmir Urla 1st Family Health Care Unit representing a population of 455 registered person, admitted with a diagnosis of hypertension who agreed to participate in the investigation. the questionnaire administered by researchers for the purpose of the study was applied face to face to the patients who agreed to participate in the survey, then body mass index and blood pressure measurements were recorded. Descriptive statistics, chi-square and Fisher exact test was used for the statistical analysis of the obtained data. P <0.05 was considered statistically significant. N15.0 for windows version of SPSS program was used for statistics. Findings: In this study, the 455 participants taking antihypertensive medication involved with mean age 65 ± 10.973 years (min: 26, max: 89) and 39.8% (n = 181) were male, 60.2% (n = 274) were female. 13% were normal weight patients. The rates of alcohol use was 20.9% and cigarette use was 16%. lifestyle changes compliance were found to be lower for currently employees and in men (p =0.006). Participants' had the mean systolic blood pressure of 139.47 ± 19.382 (min: 91, max: 220), the mean diastolic blood pressure of 79.82 ± 10.585 (min: 56, max: 130), respectively. In the study, 56.9% of participants (n = 259) provided blood pressure control were denoted. Conclusion: Fight against cigarette smoking, obesity and alcohol should be given to hypertensive patients. Life style changes should be questioned and reminded at every reference to the health facilities. Regulations relating to nutrition and exercise should be done at workplaces.

8.Prostate Calcification: Risk Factor For Prostate Cancer?
Özgür Çakmak, Hüseyin Tarhan, Gökhan Koç, Ersin Konyalıoğlu, Taner Divrik, Ferruh Zorlu
doi: 10.5222/terh.2012.38802  Pages 45 - 48 (1127 accesses)
Giriş: Prostatik kireçlenme prostat biyopsisi sırasında kullanılan transrektal ultrasonografi sırasında veya diğer nedenlerle yapılan radyolojik görüntülemeler esnasında sıklıkla rastlantısal olarak saptanmakla birlikte klinik önemi henüz net olarak ortaya konulamamıştır. Bu çalışmamızda prostat kalsifikasyonunun prostat kanseri için bir risk faktörü oluşturup oluşturmadığını araştırdık. Gereç ve Yöntem: Prostat kanseri şüphesi ile prostat biyopsisi yapılan 217 hasta çalışmaya alındı. Prostat biyopsisi endikasyonu anormal parmakla rektal muayene (PRM) bulguları ve/veya Prostat Spesifik antijenin (PSA) 2,5 ng/ml üzerinde olması idi. Hastalar incelenen biyopsi materyallerinin sonuçlarına göre Benin Prostat Hiperplazisi (BPH), prostatit ve prostat kanseri olarak 3 gruba ayrıldı. Bütün veriler SPSS-15.0 versiyonu kullanılarak p<0.05 değeri ile değerlendirdi. Bulgular: Hastaların ortalama yaşı 64.46 ± 8.35 (44-90 yaş), ortalama PSA 13.4 ± 19.09 ng/dl (2.34-147 ng/dl) idi. Kireçlenme saptanmayan hasta sayısı 110 (% 50.7), saptanan hasta sayısı 107 (% 49.3) idi (p>0.05). Her grubu kendi içinde kireçlenme saptanma oranı açısından karşılaştırdığımızda, BPH’da ve prostat kanserinde kireçlenme varlığı açısından anlamlı farklılık saptarken prostatit saptanan hastalarda farklılık saptamadık. Üç grubu kireçlenme oranları açısından birbiri ile karşı-laştırdığımızda ise özellikle prostat kanserinde kireçlenme oranını diğer gruplara göre anlamlı olarak daha yüksek bulduk (p<0.05). Sonuç: Prostat kireçlenmenin ürolojik hastalıklardaki klinik önemi net olarak henüz ortaya konulamamıştır. Her ne kadar çalışmamızda prostat kireçlenmesini prostat kanseri saptanan hastalarda BPH ve prostatit saptanan hastalara göre anlamlı olarak yüksek saptasak da inflamasyon, kireçlenme ve prostat kanseri arasındaki ilişkinin aydınlatılması için daha kapsamlı çalışmalara gerek duyulmaktadır.
Aim: Prostatic calcification is usually encountered incidentally during transrectal ultrasonography while performing prostate biopsy or other radiological investigations which could be done for some other reasons. Although prostatic calcification is a common manifestation discovered fortuitously the clinilical significance of this entity has not been well established yet. We evaluated prostatic calcification as a risk factor for prostate cancer. Material and Method: 217 patient who underwent prostate biopsy with prostate cancer suspicion were enrolled the study. Abnormal digital rectal examination findings and/or PSA values higher than 2,5 ng/dl are considered as prostate biopsy indications. According the histopathological reports of biopsy materials patients are enrolled BPH, prostatitis and prostate cancer groups respectively. Statistics were calculated with SPSS software version 15.0 and all hypothesis tests were performed at the.05 level of significance. Findings: Mean age and PSA of patients were 64.46 ± 8.35 (44-90 age), 13.4 ± 19.09 ng/dl (2.34-147 ng/dl) respectively. Prostatic calcification was encountered in 107 patients (49.3%) and not in 110 patients (50.7%) (p>0.05). After comparing all groups according to presence of calcification we found significant difference in BPH and postate cancer groups but no difference was seen in prostatitis group. Also prostate calcification percentage was statistically higher in prostate cancer group than others (p<0.05). Conclusion: The significance of prostate calcification in urologic diseases has not been well established yet. Although the prostatic calcification was detected in higher rates in prostate cancer patients than BPH or prostatitis patients, more detailed studies are needed to enlighten the relationship between inflammation, calcification and prostate cancer.

9.Evaluation Of Cognitive Functions With Event-Related Potentials (P300) In Patients With Myotonic Dystrophy
Bedile İrem Tiftikcioğlu, Feray Güleç Uyaroğlu, Yaşar Zorlu
doi: 10.5222/terh.2012.56323  Pages 49 - 52 (1126 accesses)
Amaç: Miyotonik Distrofi Tip1 (DM1) miyotoni ve kas güçsüzlüğü ile karakterize beraberinde kardiyak ve endokrin bozuk-lukların da eşlik ettiği otozomal dominant kalıtım gösteren bir ilerleyici,birden çok sistemi tutan bir nöromüsküler hastalıktır. Santral sinir sistemi bulgularının arasında ciddi bilişsel yıkım, gündüz uykululuk hali ve apati ön plandadır. Bu çalışmada kliniğimizde izlenen DM1 hastalarında iletişimdeki kaybın olaya ilişkin potansiyeller (P300) ile gösterilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Kas hastalıkları polikliniğimizde izlemde olan DM1 tanısı konulmuş 13 hasta ile herhangi bir nörolojik yakınması olmayan 8 kontrol bireyi çalışmaya alınmıştır. Hastaların yaş, cinsiyet, eğitim durumu gibi demografik verileri dosya kayıtlarından çıkartılmıştır. Standart iki tonlu işitsel “oddball” paradigması kullanılarak olaya ilişkin uyarılmış potan-siyeller (P300) saptanmıştır. Bulgular: Hastalar ile kontrol grubu arasında yaş, cinsiyet ve eğitim durumu bakımından istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmamıştır. Buna karşın hasta grubunda iki hastada P300 potansiyeli hiç uyartılamamış, geriye kalan 11 hastada da P300 latanslarının kontrol bireylerine göre oldukça anlamlı derecede geciktiği görülmüştür (p<0,001). Sonuç: Bu ön çalışmamızdaki bulgular, önceki çalışmalarla uyumlu olarak miyotonik distrofili hastalarda iletişim ve bilgi işleme yetilerinde kayıp geliştiğini telkin etmektedir. DM1 hastalarında hastalığın erken evrelerinde dahi hafif düzeyde olsa bile frontal –prefrontal korteks işlevlerinde bozulma geliştiği bilinmektedir. Bu bozulmayı saptayabilmek ve hastalık seyri boyunca da takip edebilmek için motor işlevlerden bağımsız bir test olan olaya-ilişkin işitsel uyarılmış potansiyeller (P300) yüksek güvenilirlikle kullanılabilir.
Aim: Myotonic dystrophy type 1 (DM1) is a multisystem progressive neuromuscular disorder, characterized by myotonia and muscle weakness, usually accompanied by other systemic involvements such as cardiac or endocrine systems. Central nervous system involvement includes subtle to severe cognitive decline, somnolence and apathia. In this study, we aimed to demonstrate the cognitive abnormalities in DM1 patients using event-related potentials (P300). Material and Method: A total of 13 patients diagnosed as DM1 in Neuromuscular Unit in TCSB Izmir Tepecik Research and Training Hospital and 8 healthy control individuals were included in the study. Demographic features of patients such as age, sex and education information were gathered from the registry retrospectively. Event-related P300 potentials were recorded using standard two-tone auditory “oddball” paradigm. Findings: Although there was no difference between the patients and controls in regard of age, gender and education, P300 potentials were absent in 2 patients and statistically significantly delayed in the rest of 11 patients compared to the controls (p<0,001). Conclusion: This is a preliminary study. Our findings demonstrated the cognitive abnormalities in DM1 patients in consis-tency with the previous studies. We know that subtle to severe cognitive decline is a major concern in DM1. Event-related auditory potentials (P300), independent of motor functions, could be safely used in the follow-up of these patients.

10.Evaluation Of Vascular Risk Factors İn Alzheimer’s Dementia: Clinical Experience
Bedile İrem Tiftikcioğlu, Nilgün Tuncay, Meltem Korucuk, Yaşar Zorlu
doi: 10.5222/terh.2012.55956  Pages 53 - 58 (1056 accesses)
Amaç: Alzheimer Hastalığı (AH), hafıza ve bilişsel yetilerin ilerleyici ve geri-dönüşsüz kaybı ile karakterize nörodejeneratif bir hastalıktır ve ileri yaşta demansın en önemli nedenidir. Son yıllarda vasküler risk faktörlerinin de AH patogenezinde önemli rolü olduğu ileri sürülmektedir. Bu çalışmanın amacı kliniğimizdeki Alzheimer hastalarında damarsal risk faktörlerinin sıklığının ve hastalıkla ilişkisinin araştırılmasıdır. Gereç ve Yöntem: Geriye dönük dosya taraması yöntemi ile AH olan hastaların yaş, cinsiyet, eğitim durumu gibi demografik özellikleri ve vasküler risk faktörü bilgileri ile serum açlık lipid düzeyleri taranmış ve hastalık şiddetinin bir izlem göstergesi olan Mini Mental Durum Değerlendirme Testi (MMT) ile olan ilişki incelenmiştir. Bulgular: Çalışmaya alınan 111 hastanın gerek demografik özellikleri gerekse de vasküler risk faktörleri ile MMT arasında anlamlı bir ilişki saptanmamıştır (p>0.05). Plazma açlık lipid düzeyleri ile MMT arasındaki korelasyona bakıldığında ise, total kolesterol, LDL ve trigliserid düzeyleri ile MMT arasında anlamlı bir ilişki saptanmazken, HDL kolesterolün artışı ile MMT skorunun istatistiksel olarak anlamlı şekilde azaldığı (t: -2.38, 95%CI: -0.19; -0.02, p: 0.019) izlenmiştir. Sonuç: Bu bulgular HDL kolesterolün AH klinik şiddeti ile ilişkili olduğunu göstermesi bakımından değerlidir ve HDL kolesterolün AH patogenezinde rolü olduğunu desteklemektedir. Alzheimer hastalığının erken tanısı ve risk altındaki bireylerin tanınması için hastalığın risk faktörlerinin ve patogenezinin daha net bir şekilde aydınlatılması gereklidir. Bu nedenle daha geniş hasta grupları üzerinde bu konuda planlanacak ileriye dönük klinik çalışmalara gerek vardır.
Aim: Alzheimer’s disease (AD) is a neurodegenerative disorder characterized by a progressive and irreversible deterioration of memory and cognitive functions and is the leading cause of senile dementia. Recently, there is increasing evidence suggesting a role for vascular risk factors in disease pathogenesis. The aim of this study is to investigate the frequency of vascu-lar risk factors and their correlation with the disease severity in the patients with Alzheimer’s disease in our clinic. Material and Method: Information of demographic features such as age, gender, education and vascular risk factors with fasting plasma total cholesterol, LDL, HDL and triglycerides were gathered from the patient registry retrospectively. The correlation between these features and Mini Mental State Examination (MMSE) score, indicating the disease severity, were evaluated. Findings: A total of 111 patients with Alzheimer’s disease, registered in Dementia Unit in Tepecik Research and Training Hospital were included in the study. No correlation between demographic features, vascular risk factors and the severity of disease were found (p>0.05). HDL cholesterol was found to be negatively correlated with MMSE score (t: -2.38, 95%CI: -0.19; -0.02, p: 0.019), but total cholesterol, LDL and triglycerides were not correlated with the disease severity. Conclusion: Our study implies the role of HDL cholesterol in AD pathogenesis in concordance with the previous studies. It is crucial to clarify the disease pathogenesis and risk factors of AD in order to identify the under risk individuals and early diagnose the disease. Thus, further clinical prospective studies with larger patient groups are needed.

11.Evaluating The Knowledge And Attitudes Of Adolescent Parents About Adolescence
Nurdan Tekgül, Nurhayat Dirik, Emine Karademirci, Burcu Bıçakçı, Kurtuluş Öngel
doi: 10.5222/terh.2012.41272  Pages 59 - 62 (1183 accesses)
Amaç: Bu çalışma ile; İzmir Tepecik Eğitim Araştırma Hastanesi, Aile Hekimliği Kliniği, ÇİDEM, Gençlik Danışmanlık ve Sağlık Hizmet Merkezi’ne başvuran ergenlerin ebeveynlerine verilen ergen sağlığı ve psikolojisi eğitimi öncesinde ve sonrasında, ergen anababalarının bilgi ve tutumlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç Yöntem: Çalışma, Mart 2012 tarihinde, İzmir Tepecik Eğitim Araştırma Hastanesi, Aile Hekimliği Kliniği, ÇİDEM, Gençlik Danışmanlık ve Sağlık Hizmet Merkezi’nde; kesitsel tanımlayıcı bir anket çalışması olarak planlanmıştır. Toplam 36 ergen ebeveyninin 25’i çalışmaya gönüllü olarak katılmıştır. 11ana-baba, onam vermediğinden, çalışmaya alınmamıştır. Er-gen sağlığı eğitimli aile hekimliği uzmanı ve psikoloğu tarafından yapılan ergen sağlığı ve psikolojisi eğitimi öncesi ve sonrası, 25 ergen ebeveyninin bilgi ve tutum düzeyi 35 soruluk anket ile değerlendirilmiştir. İstatistik analizler SPSS 15.0 prog-ramı ile yapılmıştır.. Bulgular: Araştırmaya alınan 25 ebeveynden 18’i kadın, 7’si erkekti. Ebeveynlerin yaş ortalaması 45,4 +0,59 olarak tespit edildi. Çalışmaya katılanların 14’ü ev hanımıydı. Ebeveynlerin tamamı (%100) evliydi. Ebeveynlerın ergenlik hakkındaki bilgi ve tutumlarını değerlendiren sorulara verilen yanıtlar incelendiğinde; “Ergeninizin duygu ve düşüncelerini tüm açıklı-ğıyla sizinle paylaşmasına hazır olduğunuzu düşünüyor musunuz?” sorusuna ön testte 17 kişi “Evet” yanıtı vermişken, son test sonrası 22 kişiye yükselmiştir. Ebeveynlere, ergenler için en gerekli cinsel eğitim konularının hangileri olduğu da sorul-muştur. Ön testte; 12 kişi ile “cinsel yolla bulaşan hastalıklar”, 5 kişi ile “aile planlaması”, 8 kişi ile “diğer” yanıtı alınmış-tır. Son testte ise bu soruyu; 10 kişi “cinsel yolla bulaşan hastalıklar”, 6 kişi “aile planlaması”, 9 kişi ise “diğer” şeklinde yanıtlamıştır. Ebeveynlere; ergen ile aile ilişkilerinde en etkili aile tutumunun nasıl olması gerektiği de sorulmuştur. Bu soruyu ön testte 19 kişi “demokratik yaklaşım”, 6 kişi “otoriter yaklaşım” şeklinde cevaplarken; son testte 25 kişinin tamamı “demokratik yaklaşım” yanıtını vermiştir. Sonuç: Ergene doğru yaklaşımı göstermek için ebeveynlerin doğru bilgileri içeren kaynaklardan bilgi almaları gerekmektedir. Bunlardan belki de en önemlisi deneyimli sağlık personeli tarafından verilecek ana-baba eğitimleridir. Ebeveyn eğitimlerinin amacı; ergenle ebeveynleri arasında sağlıklı iletişim kurulmasını sağlamak; böylece ergenlerin sağlıklı, mutlu bireyler olarak toplumun parçası olmasını sağlamaktır. Bu amaçla ana-baba eğitimleri arttırılmalı, devlet ve özel sektör tarafından desteklenmelidir.
Aim: In this study, it was aimed to assess the knowledge and attitude of the adolescent parents before and after the training on adolescent health and psychology, who were admitted to Izmir Tepecik Training and Research Hospital, Department of Family Medicine, CIDEM, Youth Counselling and Health Service Center for Adolescence. Material Method: It was a cross-sectional descriptive study, which was performed on March 2012, in Izmir Tepecik Training and Research Hospital, Department of Family Medicine, CIDEM, Youth Counselling and Health Service Center for Ado-lescence. Twentyfive adolescent parents of the total 35 volunteers were participated in the study. Knowledge and attitude level of the 25 adolescents parents, who received training on adolescent health and psychology by a trained specialist on family medicine and adolescent health and a psyhologist, were assessed by a 35-item questionnare. Statistical analysis were per-formed by Statistical Package for Social Sciences 15.0 software programe. Data were investigated as percentage. Findings: Of the 25 parents; 18 (72%) were women and 7 (28%) were men. Avarage age of the parents was 45,4+0,59. Most of the parents were housewife (n: 14, 56%). All of the parents (100%) were married. When the answers, given to questions assessing the knowledge and attitudes of adolescents were examined; for the question “Do you think that you are ready for your adolescent, to share his/her thoughts and feeling ?” 17 parents (68%) responsed “yes” in pretest; this number incresed 22 (88%) in posttest. Besides; parents were asked about the most necessary sexual education for adolescents. In the pretest; 12 people (48%) gave the answer “sexually transmitted diseases”, 2 (20%) “family planning” and 8 (32%) “other”. In the final test, this question was replied as “sexually transmitted diseases” by 10 people (40%), “family planning” by 6 people (24%) and “other” by 9 people (36%). Moreover; parents were questioned about the most influencial family attitude on adolescent and family relations. This question was answered as “democratis approach” by 19 people (76%) and “authoritarian approach” by 6 people (24%) in pretest and the “demogratic approach” was the answer for 25 prople (100%) in posttest. Result: To show the right approach to adolescents, parents are required to take information from the right sources with the right information. Perhaps the most important of these is the parent trainings, will be given by experienced medical personnel. The purpose of parent education program is to ensure the establishment of a healthy communication between parents and adolescents; so to make adolescent a part of the society as healthy and happy individuals. For this purpose; parents education must be increased and must be supported by both government and the private sector.

CASE REPORT
12.Hereditary Spherocytosis In An Adult
Cengiz Ceylan, Selda Çakın, Ülkü Ergene
doi: 10.5222/terh.2012.60804  Pages 63 - 65 (1233 accesses)
58 yaşındaki erkek hastada 3 yıldır halsizlik ve dalak büyüklüğü öyküsü vardı.Aile öyküsünde dayısının dalağı ameliyatla alınmıştı.Fizik bakıda Kosta kavsini dalak 15cm,karaciğer 3cm aşıyordu.Hemoglobin 5.2gr,retilolosit%41 ve periferik yaymada %30 sferositoz saptandı.Total bilirübin %2.6mg ve CRP 30.5 mg/dl idi.Direk ve indirek Coombs testleri olumsuzdu.Glukoz 6 fosfat dehidrogenaz normal bulundu.Kemik iliği aspirasyonunda artmış hemopoez saptandı.Eritrositlerin osmotik frajilitesinin arttığı saptandı.Vitamin B12 düzeyi düşüktü.Splenektomi sonrası hemolitik kriz görülmedi.
A 58 year old male complaining from fatigue and enlargement of the spleen during last 3 years was admitted.His uncle had been undergone a splenectomy in his family history.There were the enlargement of spleen (15 cm from arcus costarum)and the liver (3cm from arcus costarum)on his examination.His laboratory findings were: Hb: 5.2gr,reticulocyte 41 %, 30 percent spherocytosis in periferal blood smear.Direct and indirect Coombs tests were negative.Glucose 6 phosphate dehydrogenase level was normal.There was increased activity of erythropoiesis in his bone marrow exam.Osmotic fragility of his erythrocytes has increased.He experienced no complication after splenectomy.

13.An Adult Male With Non-Familial Hemolytic Anemia Due To Glucose-6-Phosphate Dehydrogenase Deficiency
Dinçer Atila, Vatan Barışık, Fırat Bıçak, Hüseyin Can
doi: 10.5222/terh.2012.01678  Pages 67 - 69 (1070 accesses)
51 yaşındaki erkek hasta fava(bakla) yedikten 48 saat sonra başlayan sarılık,bulantı,kusma ve karın ağrısı ile başvurdu.Aile öyküsünde özelik yoktu.Fizikbakıda subikter dışında bulgu yoktu.Laboratuvar tetkiklerinde Hb. 8.7 gr,total bil. 1.4mg,direk ve indirek Coombs testleri olumsuz, serum glukoz 6 fosfat dehidrogenaz (G6FD) düzeyi 3.9 İÜ/g(N>7.5)-düşük- bulundu.İzlemde sorun gelişmedi.Olguyu daha çok kız çocuklarında görülen G6FD yetersizliğine bağlı anemilerin erkek ve erişkin dönemde de görülebileceğini vurgulamak istedik.
A 51 year old male admitted with abdominalpain,nausea,vomitting and jaundice,48 hours after ingestion of soy bean.His family story has no event like this.Subicteric apperance was the only physical finding.In his laboratory exam,Hb 8.7gr,total bil.1.4mg,direct and indirect Coombs tests were negative,serum level of glucose 6 phosphate dehydrogenase: 3.9 IU/g(normal>7.5).There was no problem in his follow-up.Although hemolitic anemias due to G-6-PD insufficiency were usually seen in small girls,it may be seen in adult male rarely.

14.Primary Mucinous Adenocarcinoma Of Bladder And Immunohistochemical Findings
Ülkü Küçük, Emel Ebru Pala, Rafet Beyhan, Ümit Bayol, Taner Divrik
doi: 10.5222/terh.2012.30040  Pages 71 - 75 (1087 accesses)
Ürotelyal karsinom mesanede en sık görülen neoplazidir. Mesane adenokarsinomları nadir bir antitedir ve bunların da çoğu metastatiktir. Primer mesane adenokarsinomu tanısı verilmeden önce metastazın ekarte edilmesi gereklidir (direkt yayılım, lenfatik, hematojen). Burada tüm vücut taramaları ve histolojik inceleme sonucunda mesanenin primer müsinöz adenokarsinomu tanısı almış iki olgu imundokukimyasal belirteçlerin sonuçları ile birlikte sunulmaktadır.
Urothelial carcinoma is the most common bladder neoplasm. Adenocarcinoma of the urinary bladder is a rare entity and most of them are metastatic. Before the diagnosis of primary urinary bladder adenocarcinoma, metastasis should be excluded (direct spread, lymphatic, hematogenous). Here we report two cases diagnosed as primary urinary bladder mucinous adeno-carcinoma after all body scans and histopathological examination with the results of the immunohistochemistry markers.

15.Coexistence Of Ankylosing Spondylitis And Rheumatoid Arthritis
Filiz Meryem Sertpoyraz, Seçil Kapar Yavaşi
doi: 10.5222/terh.2012.39482  Pages 77 - 79 (1212 accesses)
Romatoid Artrit (RA) ve Ankilozan Spondilit (AS) inflamatuar romatizmal hastalıkların iki ana temsilcisidir. Herbiri etyolojileri, patogenezleri, spesifik semptomları, serolojik testler i ve radyolojik bulguları ile farklı özellik gösterir. Bu hastalıkların birliktelikleri nadirdir. Bu olgu sunumundaki amacımız her iki hastalığın ortak görüldüğü 2 hastayı paylaşmaktır.
Rheumatoid Arthritis (RA) and Ankylosing Spondylitis are two major representatives of inflammatory rheumatic diseases. Each one has different characteristics in terms of etiology, pathogenesis, spesific symptom, serological tests and radiological findings.Coexistence of these disease is uncommon.The aim of this study is to share two patient in whom both diseases exist.

16.Rare Complication In A Child After Percutaneous Placement Of A Peritoneal Dialysis Catheter: Prilocaine Related Methemoglobinemia
Sinem Akbay, Özkan İlhan, Önder Yavaşcan, Nejat Aksu
doi: 10.5222/terh.2012.37013  Pages 81 - 84 (872 accesses)
Bu yazıda perkütan yöntem ile periton diyaliz kateteri takılma işlemi sonrasında methemoglobinemi gelişen 5 yaşındaki bir olgu sunulmuş olup; özellikle böbrek yetmezliği, anemi ve diğer sorunları olan hastalarda lokal anestezi dozlarına dikkat edilmesi gerektiğini vurgulamak istedik.
We here in, present a 5-year old child who developed methemoglobinemia after percutaneous placement of peritoneal dialysis catheter. We also wanted to emphasize that the dose of local anesthetics should be kept in mind especially in patients with renal failure, anemia and other problems.

LookUs & Online Makale