E- ISSN: 3023-6215
ANATOLIAN JOURNAL OF GENERAL MEDICAL RESEARCH - Anatol J Med : 28 (1)
Volume: 28  Issue: 1 - 2018
1.Cover

Page I (755 accesses)

2.Contents

Pages II - V (858 accesses)

REVIEW
3.Comparative genomic hybridization and the importance of oncological research
Hülya Tosun Yıldırım, Gülden Diniz, Safiye Aktaş
doi: 10.5222/terh.2018.001  Pages 1 - 6 (4073 accesses)
Genetik değişiklikler kanser hücrelerinin önemli bir özelliğidir ve genellikle kanser patogenezine katkıda bulunan biyolojik süreçleri ve yolları hedefler. Bu genetik değişikliklerin saptanması hastaların tanı ve tedavisinin yönetiminde artan öneme sahiptir. Çeşitli çözünürlük düzeylerinde genomik değişimi değerlendiren iki önemli yöntem vardır. Floresan In Situ Hibridizasyon (FISH) tekniği ve onunla ilişkili Karşılaştırmalı Genomik Hibridizasyon (KGH), gendeki değişikliğin veya genomdaki daha büyük değişikliklerin saptanmasını sağlar. KGH, 2 DNA örneği- test ve kontrol örneği- arasındaki kopya sayısındaki değişiklikleri karşılaştıran ve ölçen bir FISH tekniğidir ve ayrıca kazanılmış veya kaybedilmiş kromozomal bölgelerin bir haritasını çıkarır. Daha da önemlisi, KGH analizleri, tümör progresyonu, tedavi yanıtı veya prognozu ile ilişkili olan, spesifik genetik değişikliğin doğru tanımlanmasına olanak tanır. Bu teknikler ile karsinogenezde önemli rol oynayan daha önce bilinmeyen genetik değişiklikler ve genlerin saptanmasında yararlı olduğu kanıtlanmıştır. Bu derlemede onkolojik araştırmalardaki KGH'nin önemi tartışılmıştır.
Genetic alteration are a key feature of cancer cells and typically target biological processes and pathways that contribute cancer pathogenesis. Detection of these large genetic alterations has an increasingly important role in determining patient diagnosis and care. Molecular cytogenetic techniques. There are two major product platforms that assess genomic alteration at various levels of resolution. Fluorescence In Situ Hybridisation (FISH) techniques and related technology of Comparative Genomic Hybridisation (CGH) allow detection of genesized or larger alterations in the genome. CGH is a type of FISH technique that compares and measures differences in copy number changes between 2 DNA samples, the test and control sample, and also provides a map of chromosomal regions that are gained or loss. More importantly, CGH analyses have allowed highly acurate localization of specific genetic alteration that, for example, are associated with tumor progression, therapy response or patient outcome. The techniques have proven to be useful for identification of previously unknown genetic changes and genes that play an important role in tumor carcinogenezis. In this article, prominence of the CGH in oncological research are discussed.

4.Blockade of the Checkpoint as New Target of the Immunotherapy in the Treatment of Cancer.
Betül Yaşin, Nuket Özkavruk Eliyatkın
doi: 10.5222/terh.2018.007  Pages 7 - 11 (1022 accesses)
Kanser tedavisinde, immünoterapi, bağışıklık sistemini taklit eden tedavilerin geliştirilmesi yoluyla bağışıklık sistemi elemanlarından daha kesin hedefleri olan aktivite elde etmek için uygulanır. Bu nedenle, kanser araştırmacıları tarafından son yıllarda, immunoterapi konusunda çok sayıda çalışma yapılmıştır. Kanser hücreleri, immün sistemden kaçabilme yeteneği ile normal hücrelerden daha bağımsız ve kontrolsüz bir yaşam sürer. Kontrol noktası blokajı kanser tedavisinde yeni bir hedefe yönelik tedavinin önünü açmıştır. Bu yazıda, kanserde yeni ve çok popüler olan bir yaklaşım modalitesi olarak anti-PD-1 ve anti-PD-L1 gibi ajanların bugünkü ve gelecekteki olası durumlarını kısaca gözden geçireceğiz.
In the treatment of cancer, immunotherapy is applied to retrieve more precisely targeted activities from the components of immune systems via development of treatments mimicking immune system. To this end investigators in the field of oncology have conducted many studies concerning immunotherapy. Cancer cells lead a relatively more independent, and uncontrolled life with their ability to evade from immune system when compared with normal cells. Blockade of the checkpoint has opened the way for a new targeted treatment modalities. In this paper we will briefly review potential position of anti-PD-1, and anti-PD-L1 as novel, and very popular treatment approaches in cancer.

CLINICAL RESEARCH
5.The White Blood Cell Count Can Predict Severe Injury Caused by Caustic Ingestion
Turgay Yılmaz Kılıç, Murat Yesilaras, Ozge Duman Atilla, Omer Burcak Binicier
doi: 10.5222/terh.2018.012  Pages 12 - 16 (1334 accesses)
GİRİŞ ve AMAÇ: Kostik madde alan hastaların hangilerine erken dönemde özofagogastroduodenoskopi yapılması gerektiği net değildir. Bu çalışmada beyaz kan hücre sayısı ile erken dönem özofagogastroduodenoskopi ihtiyacı olabilecek hastalar ve üst gastrointestinal sistem yaralanmaları arasındaki ilişki araştırıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2011 ile aralık 2014 tarihleri arasında kostik madde alımı nedeni ile acil servise başvuran hastalar geriye dönük araştırıldı. Özafagus, mide ve duodenumdaki yaralanmalar Zargar metoduna göre derecelendirildi. Zargar yaralanma derecesi 0 ve 1 olanlar düşük skorlu diğerleri ise yüksek skorlu olarak tanımlandı (2a-3b yaralanmalar). Bu hastalardaki beyaz kan hücresi sayısı incelendi.
BULGULAR: Çalışmamız 69 hasta ile yapıldı. En sık alınan kostik madde alkalin (%66.7) idi. Duodenal yaralanma sayısı ve şiddeti özafagus ve mideye göre daha azdı. Çalışmamızda beyaz kan hücre sayısı≥11.95 K/µL olan hastalar için sensivite ve spesifite değerleri sırasıyla % 64 ve %91 idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kostik madde maruziyeti olan hastalarda yüksek beyaz kan hücre sayısı yaralanmanın şiddetini ve erken özofagogastroduodenoskopi gerekliliğini öngörmesi açısından önemli bir bulgu olabilir.
INTRODUCTION: It is unclear whether esophagogastroduodenoscopy (EGD) should be performed early on in patients receiving caustic substances. In this study, the relationship between white blood cell (WBC) counts and patients with early EGD and upper gastrointestinal system injuries was investigated.
METHODS: Patients who applied for urgent care with caustic ingestion between January 2011 and December 2014 were retrospectively investigated. The esophageal, gastric and duodenal injuries were graded according to the method of Zargar. Zargar grade 0 and 1 injuries were defined as low scores and others were defined as high scores (grade 2a to 3b injuries). The WBC counts in these patients have been studied.
RESULTS: 173 of 242 patients were excluded from the research. Our research was conducted with 69 patients. The most common caustic agent ingested was alkaline (66.7%). The number and severity of duodenal injuries was less than that of esophagus and stomach. Sensitivity and specificity values for patients with WBC count ≥11.95 K/μL was found to be 64% and 91%.
DISCUSSION AND CONCLUSION: High white blood cell count in patients with caustic exposure can be an important predictor of the severity of injury and the need for early esophagogastroduodenoscopy.

6.Determination of The Problems of Living In The Early Period Of Self Care and Baby Care
Keziban Amanak, Zekiye Karaçam
doi: 10.5222/terh.2018.017  Pages 17 - 22 (5750 accesses)
GİRİŞ ve AMAÇ: Araştırmanın amacı sezaryen ile doğum yapan kadınların postpartum erken dönemde öz bakım ve bebek bakımı konularında yaşadıkları sorunların belirlenmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Araştırma Ekim 2010- Nisan 2011 tarihleri arasında, Aydın il merkezindeki bir devlet hastanesinde kesitsel olarak yapılmıştır. Çalışmanın örneklemine, olasılıksız örnekleme yöntemi ile seçilen 235 kadın alınmıştır. Araştırma verilerinin toplanması için yasal izin ve araştırmaya katılan kadınların sözel olurları alınmıştır. Araştırma verileri araştırmacılar tarafından geliştirilen soru formu ile toplanmıştır. Verileri tanımlayıcı istatistikler ve ki-kare ile değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Çalışmaya katılan kadınların yaş ortalamaları 28.23 ( Sd=5,87, Aralık: 18-48) dir. Kadınların %37.4’ünün ilkokul mezunu olduğu, %72.8’inin ev hanımı olduğu, %83.0’ının sosyal güvencesinin bulunduğu, %64.7’sinin gelir düzeyini orta olarak algıladıkları belirlenmiştir. Kadınların %32.3’ünün iki gebeliğe, %38.3’ünün iki yaşayan çocuğa sahip oldukları, %70.2’sinin bu gebeliği planladıkları ve % 61.3’ünün gebelikten önce geri çekme yöntemi ile korundukları belirlenmiştir. Kadınların % 47.7’si gebelikte anemi şikâyeti yaşadıklarını bildirmişlerdir.
Anneler doğum sonu erken dönemde kendi öz bakımlarıyla ilgili olarak en sık ameliyat yerinde ağrıya (%54.9), hareket etmede zorlanmaya (%52.3), memelere, beslenmeye ve gaz çıkışına (%42.1), dışkılamaya (%37.0) yönelik sorunlar yaşadıklarını bildirmişlerdir. Kadınların büyük bir çoğunluğu sezaryen sonrasında hareket etme güçlüğü nedeni ile bebeğini beslemede (%89.4), alt (%44.3) ve vücut (%41.3) temizliği yapmada, giydirmede (%40.9), gazını çıkarma ve uygun pozisyonda tutmada (%29.4), göbek bakımı yapmada (%31.9) ve uyutmada (%25.1) sorun yaşadıklarını belirtmişlerdir.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada kadınların sezaryen ile doğum yaptıktan sonra ağrı ve hareket etmede güçlük nedeni ile kendileri ve bebeklerinin bakımına yönelik sorun yaşadıkları belirlenmiştir. Sezaryen ile doğum yapan kadınların sorunlarına yönelik özel bakımın planlanması ve sunumu ile doğum sonrası erken dönemde anne ve bebek bakımı geliştirilebilir.
INTRODUCTION: The aim of this study is to determine the problems experienced by postpartum women during the early postpartum period in their self care and infant care.
METHODS: The study was conducted cross-sectionally between October 2010 and April 2011 in a state hospital in Aydın city center. A total of 235 women were selected for the sample of the study by means of unsampled sampling method. Legal permission for collection of research data and verbal statements of women participating in the study were taken. The research data were collected by the questionnaire developed by the researchers. The data were evaluated by descriptive statistics and chi-square.
RESULTS: The average age of the women participating in the study is 28.23 (Sd = 5.87, December: 18-48). It was determined that 37.4% of the women were primary school graduates, 72.8% were housewives, 83.0% had social security, and 64.7% perceived income level as moderate. It was determined that 32.3% of the women had two pregnancies, 38.3% had two living children, 70.2% planned this pregnancy and 61.3% protected them by withdrawal before pregnancy. 47.7% of the women reported complaints of anemia during pregnancy.
Anneler reported that they experienced problems related to their self-care in the early postpartum period, namely pain (54.9%), difficulty in moving (52.3%), breast, nourishment and gas outflow (42.1%) and stool removal (37.0%). The majority of the women were in the cleaning (89.1%), lower (44.3%) and body (41.3%) cleaning, dressing (40.9%), taking out the wine and keeping it in the proper position (29.4%) with the baby being unable to move after the cesarean section (31.9%) and sleepless (25.1%).

DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, it was determined that women experienced difficulties in care for themselves and their babies due to pain and difficulty in moving after having delivered by cesarean section. Mother and baby care can be improved in the early postpartum period by planning and presentation of special care for the problems of women who deliver with cesarean section.

7.Operative and Fluoroscopy Time in Pediatric Supracondylar Humeral Fracture Surgery: A Comparision Between Lateral Pinning and Cross Pinning Techniques
Hüseyin Tamer Ursavaş, Mustafa İncesu, Gökhan İlyas
doi: 10.5222/terh.2018.023  Pages 23 - 28 (985 accesses)
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu yaralanma için çeşitli tedavi yöntemleri tanımlanmışsa da çalışmamızda 132 Gartner tip III kırık için sıklıkla kullanılan tedavi yöntemleri incelenmiştir. Çapraz telleme ve lateralden telleme (Lateral diverjan veya Dorgan metodu) yöntemleri dahil edilerek floroskopi süresi, redüksiyon süresi ve tel tespiti süresi birçok diğer parametreyle birlikte incelenmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2013'ten Ocak 2014'e kadar 2 ile 12 yaş arası Gartland tip III suprakondiler humerus kırığı sonrası 12 saat içinde cerrahi geçiren tüm hastalar çalışmaya alındı. 132 hastadan 68'i çapraz telleme grubundayken 64 hasta lateralden telleme grubunu oluşturmaktaydı. Lateral telleme grubu 31 diverjan telleme grubu ile 34 Dorgan tipi telleme grubundan oluşmaktaydı. Cerrahi sonrası minimum takip süresi 6 ay olmakla beraber ameliyat süresi, floroskopi süresi, redüksiyon süresi, tel tespit süresi, tedavi öncesi ve sonrası nörovasküler durum, Flynn kriterleri ve ameliyat sonrası komplikasyonlar diğer paramatrelerle beraber değerlendirildi.
BULGULAR: Her iki grupta da Flynn kriterlerine göre tatmin edici sonuçlar alınmıştır. Lateralden k teli tespit yöntemleri kullanıldığında çapraz telleme grubuna göre tel tespiti süresi açısından istatistiksel olarak daha uzun sürede ameliyatın son haline ulaşılmıştır (p: 0,007). Lateral k teli tespitinde floroskopi ve ameliyat süresi daha uzun sürse de istatistiksel olarak anlamlı değildi. Altgrup analizlerinde lateral diverjan tel tespitiyle Dorgan yöntemi tel tespiti karşılaştırıldığında herhangi bir parametrede istatistiksel fark saptanmadı. Çapraz telleme yöntemi kullanılan iki hastada ulnar palsi mevcuttu ancak beşinci ayda konservatif olarak tamamen gerilediği gözlemlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Gartland tip 3 yaralanmaların tedavisinde iyi bir tel dizilimi elde etmek için lateralden telleme yöntemleri kullanıldığında daha fazla deneme ve dolayısıyla daha fazla vakit gerekmektedir. Diğer taraftan iatrojenik ulnar sinir yaralanması çapraz telleme ile ilişkili bir problemdir.
INTRODUCTION: Although various treatment options have been described for treating this injury, in our study common types of treatment methods for 132 Gartner Type III supracondylar humerus fractures are examined. Cross pinning and Lateral Pinning (Lateral Divergent or Dorgan’s Lateral pinning) methods are included and fluoroscopy time, reduction time and pinning time are examined among other parameters.
METHODS: From January 2013 to January 2014 we retrospectively collected all childeren between 2 and 12 of age who had surgery for Gartland type III supracondylar humerus fracture in 12h time after the injury. From 132 patients, 68 patients were in cross pinning group and 64 patients were in lateral pinning group which was consising of 31 patients in divergant pinning and 34 patients in Dorgan's group. Minimum follow up time was 6 month after surgery and operation time, fluoroscopy time, reduction time, pinning time, neurovascular status of the extremity before and after treatment, Flynn criteria and postoperative complications are examined among other parameters.
RESULTS: Both groups had satisfactory results according to Flynn criteria. Lateral pinning tecniques significantly took more pinning time to have final pinning configuration than cross pinning group (p: 0,007). Although fluoroscopy time and total surgery time were longer in lateral pinning tecnique, it wasn't statistically significant. In subgroup analysis there weren't any statistically difference in any compared parameter between lateral divergent pin placement and Dorgan's lateral pin placement. Two patients, who were treated with cross pinning tecnique had ulnar palsy which completely resolved conservatively at fifth month postoperatively.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It takes more attempt thus more time to achieve good configuration when lateral pinning methods are sellected to treat gartland type 3 injuries. In the other hand iatrojenic ulnar nerve injury is a problem with cross pinning technique.

8.Evaluation of 141 Cases with Non-Variceal Gastrointestinal System Bleeding
Ferhat Ekinci, Utku Erdem Soyaltın, Ercan Ersoy, Ömer Burçak Binicier, Coşkun Yıldız, İhsan Sedat Ertem, Harun Akar
doi: 10.5222/terh.2018.029  Pages 29 - 32 (1026 accesses)
GİRİŞ ve AMAÇ: Varis dışı üst gastrointestinal sistem (VDÜGİS) kanama tanısı ile takip edilen olgularımızın özelliklerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Acil Tıp Kliniğine 01 08 2013 ile 01 08 2014 tarihleri arasında başvuran ve İç hastalıkları ile Gastroenteroloji Kliniği’nde yatarak tedavi gören VDÜGİSK nedeniyle izlenmiş olan 141 olgu demografik özellikleri, etiyolojileri, risk faktörleri yönünden değerlendirilmiştir.
BULGULAR: 97’si (%68,8) erkek, 44’ü (%31,2) kadın olan 141 olgunun yaş ortalaması 63,2+17,3 yıl (20-103) idi. Olguların 36’sında (% 25,5) sigara içme, 21’inde (%14.9) alkol öyküsü mevcut iken 39’sında (%27,7) aspirin, 51’ünde (%36,2) nonsteroid anti-inflamatuar ilaç (NSAİİ), klopidogrel, 13’ü (%9,2) warfarin, 3’ü (%2,1) yeni nesil oral antikoagulan ve 8’inde (%5,7) Proton pompa inhibitörü (PPİ) kullanımı sözkonusu idi. Yandaş hastalıklar incelendiğinde; hipertansiyon ilk sırayı 55 (% 39,0) olguyla alırken, koroner arter hastalığı 33 (% 23,4) olguda, diabetes mellitus 27 (%19,1) olguda, serebrovasküler hastalık hikayesi 16 (% 11,3) olguda, kronik böbrek yetersizliği 13 (% 9,2) olguda, maliğnite 13 (% 9,2) olguda saptandı. Endoskopi ile en sık saptanan ilk üç kanama nedeni sırasıyla duodenum ülseri (% 45), mide ülseri (%25) ve antral gastrit (% 19) idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ülkemizde endoskopik olarak, VDÜGİSK’nin en sık nedeninin duodenal ülser olduğu saptanmıştır. Kanamalı hastalarda ileri yaş, yandaş hastalıklar ve kullanılan ilaçlar ( NSAİİ vs) mortaliteyi arttırmaktadır.
INTRODUCTION: To assess the characteristics of patients with upper non-variceal gastrointestinal system bleeding (NVUGISB).
METHODS: 141 cases with NVUGISB who were referred to the Tepecik Research and Training Hospital, Emergency Department, between 01 08 2013 ile 01 08 2014 and examined by endoscopy in the Gastroenterolgy and Internal Medicine Department were assessed. Demographical characteristics, etiology and risk factors were determined.
RESULTS: The mean age of the 141 patients was 63,2+17,3 (20-103) years, of whom 97 (68,8 %) were male and 44 ( 31,2 %) female. Of the patients, 36 ( 25,5 %) were smokers, 21 (14.9%) drank alcohol, 39 ( 27,7 %) had used acetyl salicylic acid (ASA), 51 ( 36,2 %) had used non-steroidal anti-inflammatory drug (NSAID) and 13 ( 9,2 %) had used clopidogrel, 13 ( 9,2 %) had used warfarin, 3 ( 2,1 %) had used new generation oral anticoagulant and 8 ( 5,7 %) had used Proton pump inhibitor. When the co-morbid diseases had been evaluated; hypertension(55 patients, 39 %), coronary artery disease (33 patients, 23.4%), diabetes mellitus (27 patients, 19,1%), chronic renal failure cerebrovascular accident history (16 patients, 11,3 %), and malignancy (13 patients, 9,2%) were determined. The first three most common causes of bleeding detected by endoscopy were duodenal ulcer (45%), gastric ulcer (25%) and antral gastritis (19%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Duodenal ulcer was found as the most common cause of NVUGISB in this study. Bleeding is seen in the elderly more commonly and advanced age, co-morbid diseases and drugs used ( NSAID etc) increase the mortality.

9.Self-Reported Prevalence of Tobacco Use; Including the Fagerstrom Test, among an Universi-ty Students, Turkey
Hüseyin Elbi, Ayse Aktas, Suheyla Rahman, Selim Altan, Beyhan Cengiz Ozyurt
doi: 10.5222/terh.2018.033  Pages 33 - 38 (963 accesses)
GİRİŞ ve AMAÇ: Tütün kullanımı, özellikle gelişmekte olan ülkelerde dünyadaki en önemli halk sağlığı olarak kabul edilmektedir. Herhangi bir müdahale yapılmazsa, 2025 yılına kadar dünyadaki 1.7 milyar insanın sigara içeceği tahmin edilmektedir. Türkiye, Mayıs 2009'da 'dumansız hava sahası' projesinin başlatılmasıyla sigara içilmesine karşı mücadelede önemli bir adım attı. Bu çalışmanın amacı, Celal Bayar Üniversitesi, Manisa, Türkiye'ye gelen lisans öğrencileri arasında sigara içme prevalansını ve sigara içenlerin özelliklerini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kesitsel tipteki bu araştırma Mart 2015 - Haziran 2015 tarihleri arasında Manisa, Celal Bayar Üniversitesi öğrencileri tarafından gerçekleştirildi. Sosyodemografik veriler ile üniversite öğrencileri arasında sigara içme davranışını ve nikotin bağımlılığını belirlemek için anket kullanıldı. Bağımlı ve bağımsız değişkenler arasındaki ilişkileri belirlemek için tanımlayıcı istatistikler kullanıldı. Kategorik değişkenleri karşılaştırmak için ki-kare testi uygulandı.
BULGULAR: Ankete katılan 2170 katılımcının 518'i (% 23.9) [312 (% 60.2) erkek, 206 (% 39.8) kadın] mevcut sigara içiciydi. Sigara içimi erkek cinsiyet, anne-babanın ve arkadaşların sigara içme durumları ile anlamlı şekilde ilişkiliydi. Fagerstrom Tolerans Testine dayanarak, öğrencilerin% 8.9'u bağımlı olarak tanımlandı. Fagerström tarafından Nikotin Bağımlılığı Toleransına göre sigara bağımlılığı ilan edilen sigara içilen öğrenci sayısı 518'den (% 37,2) 193'tür.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Yasal düzenlemelerin yanı sıra üniversite öğrencileri arasında sigarayı önlemeyi teşvik etmek için; sigaranın insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerinin eğitim müfredatında sürekli olarak işlenmesi ve “'Dumansız hava sahası” gibi sigara içiciliğini azaltmaya yönelik politikaların daha güçlü ve etkili programlar ile desteklenmesi gerekmektedir.
INTRODUCTION: Tobacco use is the most important public health concern worldwide, particularly in developing countries. It is estimated that 1.7 billion people worldwide will be smokers by 2025 if any intervention do not made. Turkey took an important step in the fight against smoking with the introduction of the project ‘smokeless airspace’ in May 2009. The aim of this study is to evaluate the prevalence of smoking and characteristics of smokers among undergraduates attending the Celal Bayar University, Manisa, Turkey.
METHODS: This cross-sectional study was conducted from March 2015 to June 2015 among students of the Celal Bayar University, Manisa, Turkey. A self-administered questionnaire was used to obtain sociodemographic data and determine smoking behaviour and nicotine dependence among college students. Statistical analyses were performed using descriptive statistics to measure the prevalence of smoking and determine associations between dependent and independent variables.
RESULTS: Of the 2170 respondents, 518 (23.9%) were current smokers, comprising 312 (60.2%) males and 206 (39.8%) females. Cigarette smoking was significantly associated with having friends who smoked, male gender, and parental smoking. Based on the Fagerstrom Tolerance Test, 8.9% of students were identified as being addicts. The chi-square test was used to compare categorical variables.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It is required the effective smoking-intervention programs, such as continuous education of the negative effects on human health from smoking and assess to support from experts and stronger policy measures, to promote the prevention of smoking among university students, besides the legal regulations, as ‘smokeless airspace’.

10.Relation of Residual Renal Function and Peritoneal Transport Rates with Arterial Stiffness in Peritoneal Dialysis Patients
Melahat Çoban, Ayça İnci
doi: 10.5222/terh.2018.039  Pages 39 - 46 (741 accesses)
GİRİŞ ve AMAÇ: Hemodiyaliz (HD) hastalarına göre periton diyalizi (PD) hastalarında rezidüel renal fonksiyonun (RRF) daha iyi korunduğu bilinmektedir. Daha önceki çalışmalarda yüksek peritoneal geçirgenlik (H-PTR) ve azalmış RRF olanlarda armış kardiyovasküler (CV) morbidite ve mortalite gösterilmiştir. Bu çalışmadaki amacımız PD hastalarında RRF ve peritoneal transport hızları ile arteriyel sertlik (AS) arasındaki ilişkinin gösterilmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu kesitsel çalışmaya ortalama yaşı 53.7 ± 13.3 olan 75 PD hastası dahil edilmiştir.AS brakial arter nabız dalga hızı (baPWV) ölçülerek saptanmıştır. Hastalar ortalama baPWV ve residual glomerüler filtrasyon hızına (rGFR) göre iki gruba ayrılmışlardır. rGFR ve PTR etkileyen faktörleri saptamak için multivariate analiz yapılmıştır.
BULGULAR: 56 (74.6%) hasta sürekli ambualtuar periton diyalizi (CAPD) tedavisi yaparken, 48 (64%) hastanın peritoneal geçirgenlik hızı yüksekti ( H/HA-PTR). Düşük baPWV (≤ 8.0 m/sec) gruba göre yüksek, baPWV (> 8.0 m/sec) grup; daha yaşlı(p = 0, 000), sistolik kan basıncı yüksektir (SBP) (p = 0, 000).İki grupta baPWV, PTR ve PD modalitesi açısından fark saptanmadı ( p >0,05 ). Yaş, rGFR,PD modalitesi ve baPWV açısından; H-PTR ve L-PTR grupları arasında fark saptanmadı ( p >0,05).Multivariate lineer regresyon analizinde; baPWV bağımsız olarak; yaş (p = 0.001) ve SBP (p = 0.001) ile ilişkili saptandı ve rGFR ve baPWV(p=0,751) arasında ilişki saptanmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: H-PTR ve L-PTR grupları arasında AS gelişimi açısından fark saptanmadı. PD hastalarında rGFR, PTR ile AS arasında anlamlı ilişki saptanmadı.
INTRODUCTION: It has been known that residual renal function (RRF) is preserved better in patients undergoing PD (peritoneal dialysis) therapy compared to patients undergoing HD. According to previous studies, high peritoneal transport rate (H-PTR) and decreased RRF cause increased cardiovascular (CV) morbidity and mortality. The aim of this study is to identify the relationship between RRF and PTRs with arterial stiffness (AS) in PD patients.
METHODS: After excluding 20 patients for several reasons, 75 PD patients with a mean age of 53.7 ± 13.3 years were included in this cross-sectional study. PTRs were identified after a peritoneal equilibration test (PET) and patients were grouped as high/high-average (H/HA) PTR or low/low-average (L/LA)PTR. RRF was determined by rGFR, renal clearance (CCr) and daily residual urine output. AS was determined by the measurement of brachial-ankle pulse wave velocity (baPWV). Patients were divided into two subgroups according to median baPWV and rGFR values. Multivariate analysis was performed to determine independent factors affecting rGFR and PTRs.
RESULTS: 56 (74.6%) patients were treated by continuous ambulatory peritoneal dialysis (CAPD). According to PET, 48 (64%) patients were in H/HA-PTR. Compared with low baPWV (≤ 8.0 m/sec) group, older age (p = 0, 000), systolic blood pressure (SBP) (p = 0, 000) and PD modality (p = 0.002) were significantly higher in high baPWV (> 8.0 m/sec) group. BaPWV, PTRs and PD modality were not different between the two subgroups ( all p >0,05 ). Age, rGFR,PD modality and baPWV were statistically similar between H-PTR and L-PTR groups (all p >0,05).In multivariate linear regression analysis; baPWV was independently associated with age (p = 0.001) and SBP (p = 0.001). In multivariate linear regression analysis; there was no relationship between rGFR and baPWV(p=0,751).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The rate of development of AS was similar in the H-PTR and L-PTR groups. There was no independent relationship between rGFR and PTRs with AS in PD patients.

11.Alcohol consumption and associated factors with alcohol consumption among university students
Ebru Aldemir, Hande Çelikay, Demet Havaçeliği Atlam, Kültegin Ögel, Ayşe Ender Altıntoprak
doi: 10.5222/terh.2018.047  Pages 47 - 56 (1015 accesses)
GİRİŞ ve AMAÇ: Üniversite dönemi, bireylerin yaşamında belirgin değişikliklerin olduğu bir dönemdir. Bu dönemde, öğrencilerin alkol kullanımı ve alkol kullanımıyla ilgili sorunlar artmaktadır. Çalışmamızın amacı, üniversite öğrencilerinde yaşam boyu alkol kullanımı, alkol bağımlılığı riski ve ağır içicilik yaygınlığını saptamak ve alkol kullanımıyla ilişkili ruhsal, davranışsal ve sosyal faktörleri araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kesitsel desendeki, web-tabanlı, öz-bildirime dayalı bu çalışma, 2012 Eylül-2013 Eylül eğitim-öğretim döneminde … Üniversitesi’nde gerçekleştirildi. Değerlendirme formu; demografik verileri, alkol kullanımı ve alkol kullanımıyla ilişkili özellikleri değerlendiren bölümleri içermekteydi. Alkol bağımlılık riski, formda yer alan CAGE testi ile değerlendirildi. Analiz 2973 olgu temel alınarak yürütüldü.
BULGULAR: Örneklemin yaşam boyu en az bir kez alkol kullanım oranı %76.2 idi. %12.1’inde alkol bağımlılığı riski, %37.2’sinde ağır içicilik mevcuttu. Madde ve sigara kullanımı öyküsü, yaşamboyu alkol kullanımı, bağımlılık riski ağır içiciliği etkileyen faktörlerdi; kardeşlerde sorunlu alkol kullanımı yaşam boyu alkol kullanımı ve bağımlılık riskini etkileyen faktör; yalnız veya arkadaşlarla yaşıyor olmak da yaşam boyu alkol kullanımı ve ağır içiciliği etkileyen faktörlerdi. Yaşam boyu alkol kullanımı, bağımlılık riski ve ağır içici olan öğrencilerde fiziksel kavgada bulunma veya yaralanma, kendine zarar verme davranışı, kız veya erkek arkadaşından şiddet görme ve intiharı planlama veya deneme girişimleri daha fazlaydı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Üniversite öğrencilerindeki mevcut alkol kullanım yaygınlığı ve alkol kullanımıyla ilişkili faktörler, bu gruba yapılacak toplum ve üniversite destekli önleme girişimlerinin gerekliliğini göstermektedir.
INTRODUCTION: University period is associated with many fundamental changes in human life. Alcohol use among university students have been shown to be high and to be associated with remarkable harm. The present study aimed to determine the prevalence of alcohol use, risky drinking and heavy drinking among university students and to investigate psychological, behavioral and social factors associated with alcohol use.
METHODS: This cross sectional, web-based, self-report study was carried out in … University between 2012 September-2013 September. The questionairre included sections of demographic data, alcohol use and characteristics associated with alcohol use. Risky drinking was measured by CAGE questionnaire. The analysis was conducted based on 2973 subjects.
RESULTS: 76.2% of the sample had at least once lifetime use of alcohol. 12.1% had risky and 37.2% had heavy drinking. History of substance use and smoking were the factors affecting lifetime use of alcohol and risky drinking and heavy drinking. Problematic alcohol use of siblings was the factor affecting lifetime use of alcohol and risky drinking. And living alone or with friends was the factor affecting lifetime use of alcohol and heavy drinking. Physical fights and injuries, self-harming behavior, being exposed to violence from a partner and, planning/attempting suicide were seen at higher rates in students with lifetime use of alcohol and risky drinking and heavy drinking.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The prevalence of alcohol use and factors associated with alcohol use in university students indicate that community and university supported interventions for prevention are required in this population.

12.Association of prostate volume and prostate cancer diagnosis in patients underwent transrectal prostate biopsy
Rahmi Gökhan Ekin, Zübeyde Yıldırım, Gökhan Koç, Gülden Diniz, Zafer Kozacıoğlu
doi: 10.5222/terh.2018.057  Pages 57 - 61 (7472 accesses)
GİRİŞ ve AMAÇ: Transrektal prostat biyopsisi yapılan hastalarda prostat hacmi ile prostat kanseri arasındaki bir ilişki olup olmadığının geriye dönük ve tek merkezli olarak araştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2014 ile Aralık 2016 arasında PSA yüksekliği veya şüpheli parmakla rektal inceleme bulgusu nedeni ilk defa prostat biyopsisi yapılan hastalar çalışmaya alındı. Çalışmada hastaların yaşı, PSA değeri, parmakla rektal inceleme bulgusu, transrektal ultrasondaki prostat hacmi, alınan biyopsi kor sayısı, biyopsi patoloji sonucu ve Gleason skoru değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya 814 hasta dahil edildi. Hastaların ortalama PSA değeri 9.67 ± 6.9 ng/ml idi ve hastaların 137’sinde (%15.6) anormal parmakla rektal inceleme bulgusu vardı. Çalışmadaki hastaların ortalama prostat hacmi 44.8 ± 26.5 cm3 idi. Prostat hacmi 60 cm3 altı olan hasta sayısı 533 (%65.4) iken prostat hacmi 60 cm3 üstü olan hasta sayısı 281 (%34.6) idi. Buna göre 60 cm3 altında prostat hacmi olan gruptaki hastalar istatistiksel anlamlı olarak daha gençti (61.1 ± 9.4 vs. 67.2 ± 8.7, p<0.05) ve daha düşük PSA değerine (7.9 ± 5.3 vs. 13.5 ± 9.1, p<0.05) sahip idi. Ayrıca 60 cm3 altı prostat hacmi olan hastaların 215’inde (%40.3) PK tespit edilirken, 60 cm3 üstü prostat hacmi olan hastaların 64’ünde (%22.7) PK tespit edilmişti (p<0.05). Prostat hacmi 60 cm3 altı ve 60 cm3 üstü olan hastalardaki Gleason skorları arasında istatistiksel anlamlı fark tespit edilmemiştir (p=0.792).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda, PSA yüksekliği veya anormal parmakla rektal inceleme bulgusu nedeni ile transrektal prostat biyopsisi yapılan hastalarda, prostat hacmi 60 cm3 üzerinde ise daha az prostat kanseri tespit edildiği bulduk.
INTRODUCTION: We investigated the association between prostate volume and prostate cancer in patients who underwent transrectal prostate biopsy at a single tertiary-center.
METHODS: In this study, patients who underwent prostate biopsy due to increased serum PSA levels and suspicious findings on digital rectal examination between January 2014 and December 2016 were included. Patient's age, serum PSA level, findings on digital rectal examination, prostate volume, number of total prostate biopsy core, diagnosis of prostate biopsy (cancer/benign), Gleason score were evaluated.
RESULTS: Eight-hundred fourteen patients were included the study. Mean PSA level was 9.67 ± 6.9 ng/ml and 137 (15.6%) of 814 patients had abnormal digital rectal examination. Mean prostate volume was 44.8 ± 26.5 cm3. Patients divided into 2 groups: 533 (65.4%) of 814 patients had a prostate volume 60 cm3 and lower, 281 (34.6%) of 814 patients had a prostate volume higher than 60 cm3. Patients with a prostate volume 60 cm3 and lower were statistically younger (61.1 ± 9.4 vs. 67.2 ± 8.7, p<0.05) and had a lower serum PSA level (7.9 ± 5.3 vs. 13.5 ± 9.1, p<0.05). Diagnosis of prostate cancer was higher in patients a prostate volume 60 cm3 and lower (40.3% vs. 22.7%, p<0.05). There were no significant differences in Gleason score between two groups (p=0.792).
DISCUSSION AND CONCLUSION: We found an association between prostate volume and prostate cancer diagnosis. Patients with a prostate volume higher than 60 cm3 had a decreased rate of prostate cancer diagnosis.

CASE REPORT
13.Differential Diagnosis of Geriatric Patients with Abdominal Pain: Self-Limiting Abdominal Aortic Aneurysm Rupture
Hüseyin Elbi, Adnan Bilge, Mehmet İrik
doi: 10.5222/terh.2018.062  Pages 62 - 64 (749 accesses)
Geriatrik yaş grubundaki karın ağrıları, acil servis başvuru nedenleri arasında en karmaşık ve zaman alan şikâyetlerden biridir. 60 yaş ve üzeri kişilerde Abdominal Aort Anevrizması %4-11 sıklıkla görülmektedir. Yaşlı hastada hipotansiyon, sırt ağrısı ve abdomende pulsatil kitle triadı tanıyı kolaylaştırmada yardımcı olsa da, hipotansiyon çoğu hastada erken dönemde ortaya çıkmamaktadır. Bu klasik üç koşulun hastalarda görülme sıklığı %30-50 arasında seyretmektedir. Bu hasta grubunda atipik tablo oldukça sık olup %50'ye varan oranlarda hatalı tanı konulabilmektedir. Bu olgu sunumunda iki haftadır kolik tarzda karın ağrısı ve birden fazla medical kurum başvurusunda farklı tanı öyküsü olan 80 yaşındaki kadın hastada tedavi yaklaşımı tartışılmıştır.
Abdominal pain in the geriatric age group is one of the most complex and time-consuming complaints among the causes of emergency room visits. The freaquency of Abdominal Aortic Aneurysm is 4-11%. It is easier to diagnose the presence of pulsatile AAA mass with hypotension, back pain and abdomen for elderly patients, but hypotension does not occur at early stage in most of them. In addition, this classical triad is seen in only 30- 50% of patients. The atypical group of elderly patients can be misdiagnosed in up to 50%. In this case report, we discussed the treatment approach in a 80-year-old woman with colicky abdominal pain for two weeks and different diagnosis at multiple medical institutions.

14.A case of synchronous malignancy of stomach and kidney
Mustafa Taner Bostancı, Oğuzhan Eyi, Gülfidan Öztürk, Ahmet Seki, Fatih Yalçınkaya
doi: 10.5222/terh.2018.065  Pages 65 - 68 (773 accesses)
Senkron primer mide ve böbrek tümörü olan 58 yaşında erkek hastayı sunduk. Senkron mide kanseri ve renal hücreli karsinoma(RCC) insidansı oldukça nadirdir ve eş zamanlı cerrahi enderdir. İlk olarak mide kanseri tanısı konulduğunda cerrahların senkron ikinci primer bir kanser ihtimaline dikkat etmeleri gerekmektedir. Bu olguyu nadir görülen senkron mide ve böbrek malignitesine dikkat çekmek amacıyla sunduk.
We report a case of 58 years old male with synchronous primary neoplasms of the stomach and kidney. The incidence of synchronous gastric cancer and renal cell carcinoma (RCC) is quite low, and concomitant surgery is rare. Surgeons need to be aware of the possibility of a synchronous second primary cancer when the initial gastric cancer is diagnosed. We report this case to highlight a rare occurrence of synchronous malignancy of stomach and kidney.

15.A Rare Cause of Acute Appendicitis: Infestation of Enterobius Vermicularis
Bengi Balci, Mehmet Üstün, Özhan Çetindağ, Tuğba Karadeniz, Mustafa Emiroğlu, Cengiz Aydın
doi: 10.5222/terh.2018.069  Pages 69 - 71 (866 accesses)
Akut appendisit, appendiks lümeninin tıkanması sonucu gelişmektedir. Fekal impaksiyon ve lenfoid hiperplazi lüminal obstrüksiyonun en sık görülen nedenleri olsa da; parazitik enfeksiyonlar da lüminal obstrüksiyona yol açarak akut appendisite yol açabilmektedir.
35 yaşında kadın hasta karın ağrısı ve bulantı şikayetleri ile başvurmuş olup, akut appendisit ön tanısı ile interne edilmiştir. Eksploratif laparatomi yapılmıştır. Operatif bulgular akut appendisit ile uyumlu olarak bulunmuş ve appendektomi yapılmıştır. Hastanın postoperatif dönemi komplikasyonsuz olup, hasta postoperatif 2. günde taburcu edilmiştir. Patoloji sonucu; Enterobius Vermiularis enfestasyonu kaynaklı akut appendisit olarak raporlanmıştır. Bu olgu sunumunda, Enterobius vermicularis kaynaklı akut appendisit vakası sunulmaktadır.
Acute appendicitis is the result of luminal obstruction of appendix. Although fecal impaction and lymphoid hyperplasia are the most common causes of the luminal obstruction, parasitic infections can also be the reason of luminal obstruction and can cause acute appendicitis. 35 year-old female patient applied with the complaints of abdominal pain and nausea, hospitalized with the presumptive diagnosis of acute appendicitis. Explorative laparatomy was performed. Operative findings were consistent with acute appendicitis and appendectomy was perfomed. The patient's postoperative course was unremarkable and discharged on postoperative 2nd day. The pathology was reported as acute appendicitis caused by infestation of Enterobius vermicularis. Herein, a case report of acute appendicitis caused by enterobius vermicularis is presented.

16.Cat Eye Syndrome: Case Report
Özlem Üzüm, Tuba Tınastepe, Kayı Eliaçık, Yaşar Bekir Kutbay, Özgür Kırbıyık, Berrak Sarıoğlu
doi: 10.5222/terh.2018.072  Pages 72 - 74 (985 accesses)
Cat Eye Sendromu (CES) veya Schmid-Fracccaro sendromu ilk kez 1965 yılında Schachenmann ve arkadaşları tarafından tanımlanan, 22. kromozomun uzun kolunun mutasyonları ile oluşan genetik bir hastalıktır. Klasik triadı iris kolobomu, anal malformasyon ve kulak anomalisinden oluşmaktadır. Bu yazıda tonik klonik vasıfta 30 saniye süren kasılma ile başvuran üç yaşında bir erkek olgu anlatıldı. Fizik muayenesinde aşağı yerleşimli palpebral fissürler, mikrognati, mikroftalmisi mevcuttu. Aileden, çocuk psikiyatrisinde bilişsel gelişimde hafif gerilik ile izlendiği öğrenildi. Nöropsikiyatrik bulguları ve göz/yüz anomalileri doğrultusunda genetik sendromlar için karyotip analizi yapıldı. DNA microarray analizinde 22q11.1 bölgesinde yaklaşık 548 Kb byüklüğünde 3 OMIM geni içeren duplikasyon saptandı. Hastamızda majör anomali bulunmamış ancak, genetik analiz sonucu ile Cat-Eye Sendromu tanısı ile takibe alınmıştır. Bu nedenle klasik triad bulgularının olmadığı atipik olgularda da klinik şüphe halinde genetik analiz istenmelidir.
Cat Eye Syndrome (CES) or Schmid-Fracccaro syndrome is a genetic disorder characterized by mutations in the long arm of chromosome 22, first described by Schachenmann et al. in 1965. The classic triad consists of iris coloboma, anal malformation and ear anomalies. In this case, a 3-year-old male patient with a 30-second tonic clonic seizure was presented. On physical examination, he had downslanting palpebral fissures, micrognathia and microphthalmia. His family told that he was monitored with mild retardation in cognitive development in child psychiatrist. DNA microarray analysis was performed for Cat Eye Syndrome, due to neuropsychiatric findings and eye / facial features. It revealed a gain involving 3 OMIM genes in the 22q11.1 region of about 548 Kb was detected. In this case, there were no major anomalies, but followed by genetic consequence he was diagnosed with Cat-Eye Syndrome. Therefore, genetic analysis should be requested in case of clinical suspicion in atypical cases in which there is no classic triad.

LookUs & Online Makale