E- ISSN: 3023-6215
ANATOLIAN JOURNAL OF GENERAL MEDICAL RESEARCH - Anatol J Med : 31 (1)
Volume: 31  Issue: 1 - 2021
1.Cover

Page I (357 accesses)

2.Publication Policies and Writing Guide

Pages II - III (299 accesses)

3.Editorial

Page IV (312 accesses)

4.Contents

Pages V - VI (253 accesses)

REVIEW
5.Autoimmune Hepatitis in Children
Betül Aksoy, Yeliz Çağan Appak, Maşallah Baran
doi: 10.5222/terh.2021.20438  Pages 1 - 8 (4140 accesses)
Otoimmün hepatit, bilinen bir etiyoloji olmadan karaciğer histolojisinde inflamasyon, dolaşımdaki otoantikorlar ve immunglobulin G düzey yüksekliği ile karakterize kronik bir hastalıktır. Çocuklarda tanımlanmış farklı klinik tipleri vardır. Otoimmün hepatitin farklı klinik bulgular ile prezente olması nedeni ile tanı koymak zor olabilir. Son iki dekatta tanısal yaklaşımların güncellenmesi, teknik olasılıkların artması ile otoimmun hepatit sıklığında 6 kat artış bildirilmektedir. Viral ve metabolik nedenler dışındaki her karaciğer hastalığının ayırıcı tanısında otoimmun hepatit düşünülmelidir. Otoimmün tiroidit, vitiligo, kollajen ve bağ doku hastalıkları gibi diğer klinik durumlarla birlikteliği bilinmektedir. Otoimmün hepatit tedavi edilebilir bir hastalık olmakla birlikte, tedavisiz karaciğer nakli gerekebilen siroz ve fulminan hepatite neden olabilir. Bu derlemede, güncel literatür ışığında çocuklarda otoimmun hepatit klinik bulguları, tanı ve tedavi yöntemlerinin sunulması amaçlanmıştır.
Autoimmune hepatitis is characterized by inflammation in liver histology, circulating autoantibodies, and increased levels of immunglobulin G, in the absence of a known etiology. There are different clinical types described in children. Because of the presentation of autoimmune hepatitis with different clinical findings, establishment of diagnosis may be difficult. In the last two decades, a a 6-fold increase in the incidence of autoimmune hepatitis has been reported thanks to update of diagnostic approaches and the increase in technical possibilities. Autoimmune hepatitis should be considered in the differential diagnosis of any liver disease not caused by viral and metabolic factors. Its association with other clinical conditions such as autoimmune thyroiditis, vitiligo, collagen and connective tissue disorders is already known. Although autoimmune hepatitis is a treatable disorder, it may cause cirrhosis and fulminant hepatitis that need liver transplantation without treatment. In this review, we aimed to present the clinical findings, diagnosis and treatment methods of autoimmune hepatittis in children in the light of current literature.

6.The Effects of Liquids and Aerosols of Electronic Cigarette (e-cigarette) on Public Health
İpek Ada
doi: 10.5222/terh.2021.37268  Pages 9 - 15 (1112 accesses)
Dünyada ve ülkemizde her geçen gün kullanımı artan e-sigara, farklı aroması, hoş kokusu ve farklı tasarımlarıyla sıklıkla genç yetişkinler tarafından tercih edilmektedir. Kullanıcılar tarafından genel olarak e-sigaranın insan sağlığına zararı olmadığı düşünülmekte ve geleneksel sigarayı bırakmada aracı olarak kullanılmaktadır. Son zamanlarda gerek teknik gerekse fizyolojik nedenlerden dolayı insan sağlığını tehdit eden e-sigara ile ilgili çok az sayıda araştırılma yapıldığı ve piyasaya sürülmeden önce yeterli kalite kontrol ve sağlık araştırmalarının yapılmadığı sonucuna varılmıştır. Bu derlemenin amacı, 2009-2019 yılları arasında e-sigara ile ilgili yapılan farklı çalışmaları sunmak, e-sigaranın olası zararlarını tartışmak ve e-sigaranın tüketiminin azaltılmasında uygulanabilecek yaklaşım ve önerileri belirlemektir. Derlemenin, e-sigaranın insan sağlığına etkilerinin incelenmesi konusunda yapılacak diğer çalışmalara katkı sağlayacağı düşünülmektedir.
The e-cigarette, which is increasingly used in the world and in our country, is frequently preferred by young adults with its different aroma, pleasant smell and different designs. Users generally think that e-cigarette is not harmful to human health and is used as a means of quitting smoking traditional cigarettes. Recently, it has been concluded that very few researches have been conducted on e-cigarettes threatening human health due to both technical and physiological reasons and that sufficient number of quality control and health researches have not been performed before they are marketed. The aim of this review is to present different studies on e-cigarettes between 2009-2019, to discuss the possible damages of e-cigarettes and to determine the approaches and recommendations that can be applied in reducing the use of e-cigarettes. It is thought that this review will contribute to further studies to be performed about the effects of e-cigarette on human health.

CLINICAL RESEARCH
7.Investigation of the Relationship Between Parent Attitude and Emotional Regulations of Mothers of Child/Adolescent Diagnosed Generalized Anxiety Disorder
Özlem Çakır, Melike Ertem
doi: 10.5222/terh.2021.17363  Pages 16 - 25 (1193 accesses)
GİRİŞ ve AMAÇ: Yaygın anksiyete bozukluğu tanısı alan çocuk/ergenlerin annelerinin duygularındaki ve davranışlarındaki farkındalığı arttırmak anne çocuk arasındaki ilişkiyi dengelemektedir. Bu araştırmanın amacı Yaygın Anksiyete Bozukluğu (YAB) tanılı çocuk/ergen annelerinin ebeveyn tutumu ile duygu düzenleme durumlarının arasındaki ilişkinin incelenmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma bir üniversite hastanesinin çocuk psikiyatrisi polikliniğine kayıtlı olup Temmuz-Kasım 2019 tarihleri arasında hizmet alan Yaygın Anksiyete Bozukluğu (YAB) tanılı 8-18 yaş aralığında çocukları olan annelere uygulanmıştır. Araştırma için ilgili birimlerden kurum onayı ve çalışmaya katılan tüm gönüllü annelerden yazılı onam alınmıştır. Araştırmanın evrenini telefon ve internet üzerinden randevu alan 119 anne oluştururken örneklemeyi çalışmaya katılmayı kabul eden gönüllü 60 anne oluşturmuştur. Araştırmanın verileri sosyo-demografik form, Ebeveyn Tutum Ölçeği (ETÖ) ve Duygu Düzenleme Güçlüğü Ölçeği (DDGÖ) kullanılarak toplanmıştır.
BULGULAR: Araştırmaya katılan annelerin EÖ ve DDGÖ ortalaması 8.91±2.38 ve 37.28±8.15’dır. EÖ’nün alt boyutlarından “aşırı gevşek tutum” 3.49 (SD=0.98), “aşırı tepkisel tutum” 3.11 (SD= 1.27), “saldırgan tutum” 2.31 (SD=1.26) olarak saptanmıştır.“Aşırı gevşek tutum”un “saldırgan tutum” ile ileri düzeyde pozitif yönde anlamlı bir ilişki (p<0.01); “Aşırı Gevşek Tutum” ile EÖ ortalaması arasında çok ileri düzeyde pozitif yönde anlamlı bir ilişki (p<0.001) saptanmıştır. “Aşırı Tepkisel Tutum” ile “Saldırgan Tutum” arasında ileri düzeyde pozitif yönde anlamlı bir ilişki (p<0.01); “aşırı tepkisel tutum” ile EÖ ortalama puanı arasında çok ileri düzeyde pozitif yönde anlamlı bir ilişki (p<0.001), “duygu yeniden değerlendirme” ve “DDGÖ ortalama puanı” arasında çok ileri düzeyde negatif yönde anlamlı bir ilişki (p≤0.001) saptanmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Annelerin ebeveyn tutumları ve duygu düzenleme durumları arasında bir ilişkinin olduğu ve bunun çocuk/ergenleri etkilediği saptanmıştır. Dolayısıyla annelerin çocuk/ergenlere karşı duygudurumlarını düzenleyebilmeleri bu süreci kontrol edebilmeleri öğretilmeli, demokratik tutum ve davranışlarının olumlu yönde gelişmesine katkı sunulmalıdır. Çocuk Adölesan Psikiyatri Hemşirelerinin kliniklerde destekleyici, bakım verici, danışman ve eğitici rolü üstlenmesinin sağlanması, Çocuk ve adölesan ruh sağlığı ve hastalıkları hizmetlerinde önemli bir yeri olacaktır.
INTRODUCTION: Raising awareness in the emotions and behaviors of child / adolescent mothers diagnosed with generalized anxiety disorder balances the relationship between the mother and child. The aim of this study was to investigate the relationship between parental attitude and emotion regulation in children / adolescent mothers diagnosed with Generalized Anxiety Disorder (GAD).
METHODS: The study was applied to mothers with children aged 8-18 years who were enrolled in the pediatric psychiatry outpatient clinic of a university hospital and served between July-November 2019. The population of the study consisted of 119 mothers who made appointments via telephone and internet, and the sample consisted of 60 volunteer mothers who agreed to participate in the study. Data were collected by using socio-demographic form, Parental Attitude Scale and Emotional Difficulty Scale.
RESULTS: According to this, the mean EES and DSSI were 8.91 ± 2.38 and 37.28 ± 8.15, respectively. “Extreme Loose Attitude ından, 3.49 (SD = 0.98),“ Overreacting Attitude ”3.11 (SD = 1.27), and“ Aggressive Attitude were found to be 2.31 (SD = 1.26). A positive correlation was found between “Extreme Loose Attitude” and PAS (p <0.001). There was a significant positive relationship between “Overreactive Attitude” and “Aggressive Attitude ((p <0.01); There was a positive positive correlation (p <0.001) between “overreactive attitude” and mean scores of PES (p <0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: There was a relationship between mothers' parental attitudes and emotional regulation and this affects children / adolescents. Therefore, mothers should be taught to regulate their emotional state towards children / adolescents, to control this process, and to contribute to the positive development of their democratic attitudes and behaviors. Ensuring that Pediatric Adolescent Psychiatric Nurses play a supportive, caring, consultant and educational role in clinics will have an important place in the services of Pediatric and Adolescent Mental Health and Diseases.

8.Is There a Need for New Classifications to Predict Prognosis in Gastroenteropancreatic Neuroendocrine Carcinomas?
Emel Tekin, Arzu Avci, Nese Ekinci
doi: 10.5222/terh.2021.29200  Pages 26 - 33 (406 accesses)
Amaç: Nöroendokrin neoplaziler (NEN) sıklıkla akciğer ve gastroenteropankreatik (GEP) sistem organlarında yerleşir. Nöroendokrin karsinom (NEK) oldukça yüksek malignite potansiyeline sahip olup GEP NEN lerin %5 ini oluşturur.
Bu çalışmada Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 2010 sınıflamasında derece 3 olarak tanımlanan Ki-67 proliferasyon
indeksi %20 nin üzerinde olan olgularda prognozla ilişkilendirilerek yeni bir Ki-67 indeks değerinin belirlenmesi
amaçlandı.
Yöntem: 2008-2015 tarihleri arasında İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Tıbbi
Patoloji Bölümünde GEP NEK tanısı almış 34 olgunun demografik, klinikopatolojik özellikleri ve yaşam süreleri retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların çoğu erkek cinsiyetinde (%76,5) olup, ortalama yaş 63,9 idi. Ki-67 ≤%65 olan olgularda ortalama yaşam süresi 15 ay iken, >%65 olanlarda 7 ay olarak saptandı (p=0.232).
Sonuç: Son zamanlarda yapılan çalışmalar NEK olarak tanımlanan yüksek dereceli NEN lerin heterojenite gösterdiğini ve bu tümörlerin biyolojik subgruplara ayrılabileceğini öngörmektedir. Araştırmacılar NEK lerin iki kategoriye
ayrılmasını önermektedir: Ki-67 indeksi %20-55 ve >%55. Bizim çalışmamızda, hayatta kalma oranı açısından en
anlamlı fark proliferasyon indeksi %65 değerinde gözlenmiştir ve bu farklılık literatürü destekler niteliktedir. Tek
merkez çalışması ve hasta sayısının sınırlı olması nedeniyle bulgularımızın daha geniş serili çalışlmalarla desteklenmesi gereklidir.
Objective: Neuroendocrine neoplasms (NEN) are frequently located in the lung and gastroenteropancreatic (GEP)
system organs. Neuroendocrine carcinoma (NEC) constitutes 5% of GEP NENs and has a very high malignancy
potential. In this study, it is aimed to determine a new threshold value in addition to the 20% Ki-67 proliferation
index that was specified as a threshold value for predicting survival in patients with grade (G) 3 tumors according
to World Health Organization (WHO) 2010 classification.
Method: Demographic, clinicopathologic features and survival rates of 34 patients diagnosed with GEP NEC
between 2008-2015 in İzmir Katip Celebi University Atatürk Training and Research Hospital Medical Pathology
Clinic were evaluated retrospectively.
Results: Most of the 34 (76.5%) cases were male and the average age was 63.9 years. Median survival rates were
15, and 7 months in patients with Ki-67 indexes of ≤65% and >65%, respectively (p=0.232).
Conclusion: Recent studies have shown heterogeneity of high-grade NENs, identified as NEC and foreseen their
subdivision into biological subgroups. The researchers suggest that the NECs should be divided into two categories
as patients with Ki-67 indexes of 20-55% and >55%. In our study, the most significant difference in survival rates
was observed when 65% was selected as threshold value for Ki-67 index which supports the results of other studies in the literature. Since the number of our cases is limited and it is a single-center study, the findings obtained
needs to be further investigated in studies with greater number of case series.

9.Comparison of Efficacy Between Next Generation Sequencing and Fragment Analysis in MEFV Gene Analysis
Aslıhan Kiraz
doi: 10.5222/terh.2021.46354  Pages 34 - 40 (3092 accesses)
Amaç: Bu çalışmanın amacı, Ailesel Akdeniz Ateşi (FMF) hastalığında fragment analizi ve yeni nesil dizileme (NGS) yöntemlerinin tanıdaki etkinliğini karşılaştırmaktır. Çalışmadan elde edilen veriler klinisyenlere FMF hastalarının teşhisinde rehberlik edecektir.
Yöntem: Kayseri Şehir Hastanesi, tıbbi genetik laboratuvarında fragment analizi uygulanarak sonucu normal (N/N) ya da heterozigot (M1/N) olan 290 hasta çalışmaya alındı. Bu hastalarda NGS analizi yöntemi ile MEFV geninin tamamı incelendi. Bu hastaların mutasyon profili retrospektif olarak karşılaştırıldı, verilerin istatistiksel analizi SPSS 22.0 paket programı ile analiz edildi.
Bulgular: Fragment analizinde belirlenen tüm mutasyonlar NGS yöntemi ile saptanmıştır. NGS analiz yönteminde 22 hastada ek mutasyonlar gözlenmiştir. Daha önce HGMD, Clinvar ve Infevers veri tabanında yer almayan mutasyonlar literatüre kazandırılmıştır. Hastalara NGS yönteminin uygulanması istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p<0,01)
Sonuç: Fragment analizi FMF hastalarının tanısında sık görülen değişimleri inceleyen ancak kesin tanı koymak için yetersiz kalan düşük maliyetli bir yöntemdir. NGS analiz metodu tanıda yararlılık açısından tercih edilebilir analiz yöntemi olmalıdır.
Objective: This study aims to compare the diagnostic effectiveness of fragment analysis and next-generation sequencing methods in Familial Mediterranean Fever (FMF) disease. Data from the study will guide clinicians in the diagnosis of FMF patients
Method: Two hundred and ninety patients with normal (N/N) or heterozygous (M1/N) fragment analysis results had been included in the study in the medical genetics laboratory of Kayseri City Hospital. In these patients, the entire MEFV gene was examined by the NGS analysis method. The mutation profiles of these patients were compared retrospectively. Statistical analysis of the data was performed using SPSS 22.0 package program.
Results: All mutations found in the fragment analysis were also detected by NGS method. Additional mutations were observed in 22 patients in the NGS analysis method. Mutations that were not previously reported in the HGMD, Clinvar and Infevers database were introduced into the literature. The application of NGS method to the patients was found to be statistically significant (p<0.01)
Conclusion: Fragment analysis is a low-cost method that examines the frequent changes in the diagnosis of FMF patients but is insufficient to make a definitive diagnosis. NGS analysis method should be a preferable analysis method, in terms of diagnodtic usefulness.

10.Evaluation of Radiation Knowledge of Non-Medical Doctor Staffs in Orthopaedics and Traumatology Operation Theatre
Can Doruk Basa, İsmail Eralp Kaçmaz, Vadym Zhamilov, Ayfer Gider, Hüseyin Gökhan Karahan, Hüseyin Kaya, Ali Reisoğlu, Haluk Agus
doi: 10.5222/terh.2021.50103  Pages 41 - 45 (422 accesses)
Amaç: Çalışmamızın amacı, ortopedi ameliyat odasında çalışan hekim dışı hemşire, teknisyen ve ameliyat odası personellerinin radyasyon konusundaki kaygıları, eğitim durumları, korunma yöntemlerinin kullanımlarını ve bilgi düzeylerini ortaya koymaktır.
Yöntem: Çalışmamız kesitsel tanımlayıcı anket çalışmasıdır. Çalışmamızın evrenini İzmir ilindeki biri üniversite ikisi eğitim araştırma hastanesinin hekim dışı çalışanları (hemşire, teknisyen ve ameliyat odası personeli) oluşturmaktadır. Çalışmamızda, örneklem seçimine gidilmemiş olup, araştırmaya katılmayı kabul eden çalışanlar çalışmanın örneklemini oluşturmuştur (n=97). Çalışmaya katılmayı kabul eden örneklem grubuna uygulanan 21 soruluk ankette katılımcılardan demografik verilerinin yanı sıra çalıştıkları ameliyat odasında yapılan ameliyatları, radyasyon için aldıkları önlemleri, radyasyon konusunda kaygıları, bilgi düzeyleri ve radyasyon eğitim düzeylerini sorgulayan soruları yanıtlamaları istendi. Alınan yanıtların istatistiksel analizi SPSS v.22 ile yapıldı.
Bulgular: Çalışmamızda 97 katılımcı anket doldurdu. Katılımcıların 51’i kadın (%52,6), 46’sı erkek (%47,4) idi. Katılımcıların 41’i (%42,3) hemşire, 9’u sağlık teknisyeni (%9,3), 20’si (%20,6) anestezi teknisyeni, 27’si de (%27,8) ameliyat odası personeli olduğu saptandı. Katılımcıların 85’inin (%87,6) çalıştıkları ameliyat odasında skopi kullanımı gerektiren ameliyatların yapıldığı saptandı. Radyasyon konusundaki bilgiyi sorgulayan soruya 29’u (%29,9) doğru yanıt verdiği, 38’inin (%39,2) radyasyon konusunda eğitim aldığı öğrenildi. Katılımcıların radyasyon konusundaki bilgiyi sorgulayan soruya verdikleri yanıt ile radyasyon eğitim durumları arasındaki ilişki incelendiğinde aralarında istatistiksel olarak anlamlı ilişki olduğu saptandı (p=0,043)
Sonuç: Ortopedi ve travmatoloji ameliyat odasındaki doktor dışı çalışanların radyasyon konusundaki kaygılarının fazla, bilgilerinin yetersiz olduğu, radyasyon konusundaki eğitimlerin periyodik olarak yinelenmesi gerektiği düşünülmüştür.
Objective: The aim of this study was the determine educational status, anxiety, the use of prevention methods and their knowledge level of nurses, operation theatre staffs and technicians about radiation.
Methods: This study is a cross-sectional descriptive survey. The universe of our study consists of non-medical doctor staffs (nurses, technicians and operating theatre personnel) of one university and two training and research hospitals in İzmir. The sample selection was not made in our study and the personnels who accepted to participate in the study constituted the sample of the study (n=97). This was a survey of 21 questions. The survey includes participants’ demographical datas, protection type from radiation, anxiety about radiation, knowledge about radiation and education level about radiation. SPSS v21.0 were used for statistical analysis.
Results: In our study, 97 participants completed the questionnaire. 51 of the participants were female (52.6%) and 46 were male (47.4%). Forty-one (42.3%) of the participants were 9 health technician (9.3%), 20 (20.6%) anesthesia technicians and 27 (27.8%) operating theatre staffs. It was found that 85 (87.6%) of the participants had operations requiring fluoroscopy in the operating room. It was learned that 29 (29.9%) participants answered the question examining the knowledge about radiation and 38 (39.2%) were educated about radiation safety. When the relationship between the participants’ answers to the question examining the knowledge about radiation and the educational level about radiation was examined, a statistically significant relationship was found between them (p=0.043).
Conclusion: It was thought that non-medical doctor employees in the orthopedics and traumatology operating theatre had a high level of anxiety about radiation, had insufficient knowledge, and that training on radiation should be repeated periodically.

11.Determination of Anxiety and Comfort Levels of Patients Who Underwent Fiberoptic Bronchoscopy: A Cross-sectional Study
Ayla Demırtaş, Tülay Başak, Emine Sezgünsay
doi: 10.5222/terh.2021.52385  Pages 46 - 52 (784 accesses)
Amaç: Bu çalışma, fiberoptik bronkoskopi işlemi uygulanan ayaktan hastaların, işleme yönelik anksiyete ve konfor düzeylerini belirlemek amacı ile yapılmıştır.
Yöntem: Bu çalışma kesitsel olarak tasarlanmış olup, Ocak-Aralık 2018 tarihleri arasında Ankara’da bulunan bir eğitim ve araştırma hastanesinin bronkoskopi ünitesinde yapılmıştır. Çalışmaya ilk kez bronkoskopi işlemi yapılacak olan 173 hasta amaçlı örneklem yöntemi ile alınmıştır. Çalışmada veriler “Kişisel Bilgi Formu”, “Durumluk Anksiyete Envanteri (STAI-I)” ve “Perianestezi Konfor Ölçeği (PAKÖ)” kullanılarak elde edilmiştir. Bronkoskopi işlem öncesi; Kişisel Bilgi Formu ve STAI-I, işlem sonrasında PAKÖ hastalarla yüz yüze görüşülerek doldurulmuştur.
Bulgular: Çalışma kapsamına alınan hastaların %72,8’i erkek ve yaş ortalaması 54,68±16,64’tür. Çalışmamızda, hastaların STAI-I puan ortalaması 43,51±5,67 ve PAKÖ puan ortalaması 5,20±0,43’tür. STAI-I puanı kadınlarda 41,93±5,73, erkeklerde 44,06±5,56 olup, aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p=0,03). Kadınlarda PAKÖ puanı 4,99±0,57, erkeklerde 5,24±0,37 olup, PAKÖ puanları arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p=0,001). İşlem sonrası hastalarda en çok boğulma hissi, öksürük ve boğaz ağrısı görüldüğü saptanmıştır.
Sonuç: Çalışmada, bronkoskopi uygulanan hastaların genel olarak ankiyete yaşadıkları ve konforlarının iyi olduğu belirlenmiştir. Erkek hastaların daha fazla anksiyete yaşadıkları, ancak kadın hastaların konfor düzeyinin daha düşük olduğu saptanmıştır. Bronkoskopi işlemine bağlı anksiyete düzeyini azaltmak için; hastaların bireysel özelliklerine göre hemşirelik girişimleri planlamalıdır.
Objective: The aim of this study was to determine the anxiety and comfort levels of outpatients who underwent fiberoptic bronchoscopy.
Method: This cross-sectional study was performed between January-December 2018 in a bronchoscopy unit of a Training and Research Hospital in Ankara. A total of 173 patients who underwent bronchoscopy for the first time were included in the study by purposeful sampling method. The data were obtained by using ”Personal Information Form”, “State Trait Anxiety Inventory (STAI-I)” and Perianesthesia Comfort Scale (PACS)”. The Personal Information Form and the STAI-I were filled out before the bronchoscopy and the PACS after the bronchoscopy procedures by face-to-face interviews.
Results: Study population with a mean age of 54.68±16.64 years consisted mostly (72.8%) of male patients. In the present study, mean STAI-I, and PACS scores of the patients were 43.51±5.67, and 5.20±0.43 points, respectively. Mean STAI-I scores of female, and male participants were 41.93±5.73 and 44.06±5.56 points, respectively with a statistically significant intergroup difference (p=0.03). The PACS scores of female, and male participants were 4.99±0.57 and 5.24±0.37 points, respectively with a statistically significant intergroup difference (p=0.001). After the procedure, choking, cough and sore throat were the most common symptoms.
Conclusion: It was determined that patients who underwent bronchoscopy had generally experienced anxiety but their comfort was good. Male patients had more anxiety, but female patients had lower levels of comfort. To reduce the level of anxiety due to bronchoscopy; nursing interventions should be planned according to the individual characteristics of the patients.

12.The Relationship Between Neutrophil Lymphocyte Ratio and Troponın I in Pulmonary Thromboembolism Patients
Ercan Çil, Gülistan Karadeniz
doi: 10.5222/terh.2021.59489  Pages 53 - 57 (593 accesses)
Amaç: Pulmoner tromboemboli hastalarında nötrofil lenfosit oranı ile troponin I değerleri arasında ilişki olup olmadığını değerlendirmektir.
Yöntem: Göğüs hastalıkları servisinde Ocak 2016-Aralık 2018 tarihleri arasında non-masif ve sub-masif pulmoner tromboemboli tanısıyla yatan toplam 70 hastanın ilk acil servis başvuru verileri retrospektif olarak tarandı. Hastaların tam kan sayımı, d-dimer, troponin I, toraks bilgisayarlı tomografi anjiografi ve bilateral alt extremite venöz doppler ultrasonografi verileri alındı.
Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 54,1±16,5 idi. Hastaların cinsiyet oranı kadın/erkek 32 (%45,7)/38 (%54,3) idi. Toraks bilgisayarlı tomografi anjiografide unilateral pulmoner arterde dolum defekti olan hastalardaki troponin I değerleri 0,027±0,038 iken, bilateral pulmoner arterde dolum defekti olan hastalardaki troponin I değerleri 0,062±0,143 idi. Unilateral dolum defekti olan 25 hastadan 2’sinde ve bilateral dolum defekti olan 45 hastadan 15’inde troponin I yüksekliği saptandı. Nötrofil/Lenfosit oranı unilateral dolum defekti olan hastalarda 4,01±2,51 olup, bilateral dolum defektli hastalarda 4,73±5,81 idi. Troponin ile Nötrofil/lenfosit oranı arasında korelasyon saptanmadı.
Sonuç: Bilateral pulmoner arter dolum defekti olan pulmoner tromboemboli hastalarında troponin ortalaması unilateral olan hastalara göre daha yüksek bulunmuştur. Ancak, non-masif ve sub-masif pulmoner tromboemboli hastalarında nötrofil lenfosit oranı ile troponin I pozitifliği arasında anlamlı bir ilişki saptanmamıştır.
Objective: The aim of this study is to evaluate the relationship between neutrophil/lymphocyte ratio (NLR) and troponin I levels in patients with pulmonary thromboembolism.
Method: The first emergency department admission data of 70 patients hospitalized in the Chest Diseases Department between January 2016 and December 2018 with the diagnosis of non-massive and sub-massive pulmonary thromboembolism were retrospectively reviewed. Data concerning complete blood count, levels of d-dimer, and troponin I, thorax computed tomography angiography and bilateral lower extremity venous Doppler ultrasonography were obtained.
Results: The mean age of the patients was 54.1±16.5 years. The female/male ratio was 32 (45.7%) / 38 (54.3%). Troponin I values were 0.027±0.038 ng/mL, and 0.062±0.143 ng/mL in patients with filling defects in the unilateral, and bilateral pulmonary arteries, in thoracic computed tomography angiography respectively. Troponin I elevation was detected in 2 of 25 patients with unilateral, and in 15 of 45 patients with bilateral filling defects. The mean neutrophil/lymphocyte ratios were 4.01±2.51 in patients with unilateral, and 4.73±5.81 in patients with bilateral filling defects. There was no correlation between troponin 1 and neutrophil/lymphocyte ratio.
Conclusion: Mean values for troponin 1 levels were higher in pulmonary thromboembolism patients with bilateral pulmonary artery filling defects when compared with those with unilateral pulmonary artery filling defects. However, there was no significant relationship between neutrophil/lymphocyte ratio and troponin I positivity in non-massive and sub-massive pulmonary thromboembolism patients.

13.Evaluation of Neonatal Mortality in the Reference Center Over a Five-Year Period
Özgün Uygur, Fırat Ergin, Meltem Koyuncu Arslan, Deniz Gönülal, Sümer Sütçüoğlu, Melek Akar, Defne Engür, Mehmet Yekta Öncel
doi: 10.5222/terh.2021.69926  Pages 58 - 62 (1397 accesses)
Amaç: Ulusal bir sağlık sorunu olan neonatal mortalite hızı günümüzde hasta bakımındaki iyileşme ve uygun tedaviler sayesinde özellikle prematüre bebeklerde daha belirgin olmak üzere azaltılabilmiştir. Bu çalışmada, yenidoğan yoğun bakım ünitemizin son beş yıllık mortalite hızının ve mortalite nedenlerinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Yenidoğan Kliniğinde 1 Ocak 2014-31 Aralık 2018 tarihleri arasında ölen olgular çalışmaya dâhil edilmiştir. Olguların demografik verileri, yatış süreleri, prenatal risk faktörleri, doğum şekli, konjenital anomali varlığı, mortalite nedenleri ve mortalite oranı belirlenmiştir.
Bulgular: 1 Ocak 2014-31 Aralık 2018 tarihleri arasında yatırılan toplam 4.155 bebeğin kayıtları incelenmiş ve bu tarihler arasında yenidoğan kliniğinde yatışı sırasınca kaybedilen toplam 382 çalışmaya dâhil edilmiştir. Bu sonuçlar ile yenidoğan yoğun bakım ünitemizde beş yıllık mortalite oranı %9,1 olarak hesaplanmıştır. Olguların yatış süreleri ortalama 24,5 gün (1-384) olarak belirlenmiştir. Neonatal ölüm nedenleri arasında en sık neden prematürite/RDS iken, diğer nedenler sıklık sırasıyla sepsis/multiorgan yetmezliği, genetik nedenler ve konjenital kalp hastalıkları olarak belirlenmiştir.
Sonuç: Teknolojik iyileşmeler yanında perinatal-antenatal bakımın iyileşmesi ile neonatal ölüm hızı azaltılmakla birlikte major cerrahi gerektiren bebek sayısının giderek artması nedeni ile neonatal ölüm hızını azaltmak için sağlık politikasında düzenlemelere gereksinim vardır.
Objective: Nowadays, the neonatal mortality rate which is a national health problem can be reduced, especially in premature infants, thanks to improved patient care and appropriate treatments. The aim of this study was to determine the mortality rate and causes of mortality in our neonatal intensive care unit (NICU) during the last five years.
Method: Newborns lost between January 1, 2014 and December 31, 2018 in the NICU of İzmir Tepecik Training and Research Hospital were included in the study. Demographic data, duration of hospital stay, prenatal risk factors, mode of delivery, presence of congenital anomaly, causes of mortality and mortality rate were determined.
Results: The records of 4155 infants hospitalized between January 1, 2014 and December 31, 2018 were investigated and a total of 382 neonates who were lost during their stay in the NICU were included in the study. With these results, the five-year mortality rate in our neonatal intensive care unit was calculated as 9.1%. The average duration of hospitalization was 24.5 days (1-384). While prematurity / RDS was the most common cause of neonatal death, the other most common causes were sepsis/multiorgan failure, genetic causes and congenital heart diseases.
Conclusion: Although the neonatal mortality rate is reduced with the improvement of perinatal-antenatal care besides technological improvements, health policy regulations are needed to decrease the neonatal mortality rate due to the increasing number of infants requiring major surgery.

14.The Importance of Muscle Strength and Performance in Elderly Diabetics in Treatment Management
Remzi Bahşi, Deniz Mut Sürmeli, Tuğba Turgut, Hande Selvi Öztorun, Çağlar Coşarderelioğlu, Volkan Atmış, Ahmet Yalçın, Sevgi Aras, Murat Varlı
doi: 10.5222/terh.2021.71501  Pages 63 - 69 (793 accesses)
Amaç: Kas gücü ve performansı insülin direnci ile ilişkili olarak diyabet regülasyonunu bozabilir. Bu çalışmamızda, kas gücü ve performansının diyabetin metabolik komplikasyonları ve antidiyabetik ilaçlarla ilişkisini araştırarak kas gücü ve performansının diyabet yönetimindeki önemini araştırmayı amaçladık.
Yöntem: İki yüz kırk dokuz diyabetik hastanın dosyası retrospektif olarak incelendi. El sıkma gücü ve yürüme hızı ile lipit parametreleri, HbA1c arasındaki ilişki korelasyon analizi ile incelendi. Dynapeni ve kas performans düşüklüğü riskini arttıran risk faktörleri lojistik regresyon analizi ile araştırıldı.
Bulgular: Çalışmamızda el sıkma gücü ile diyabet süresi, HDL kolesterol, total kolesterol arasında, yürüme hızı ile trigliserit arasında negatif korelasyon saptandı. Ayrıca oral antidiyabetiklerden dipeptidil peptidaz (DPP-4) inhibitörü kullanımının dynapeni riskini azalttığı saptanırken, metformin kullanımının ise kas performansı düşüklüğü riskini azalttığı saptandı.
Sonuç: Bulgularımız lipit regülasyonunun daha iyi kas fonksiyonları ile ilişkili olduğunu düşündürmektedir. Bu yüzden diyabetik yaşlılarda daha iyi kas fonksiyonları için lipit regülasyonunun sağlanması gözetilmelidir. Ayrıca kas fonksiyonlarını korumak adına olabiliyorsa diyabet tedavisinde metformin ve DPP-4 inhibitörleri öncelikli olarak tercih edilmelidir.
Objective: Muscle strength and performance may impair regulation of diabetes in relation to insulin resistance. In this study, we aimed to investigate the relationship between muscle strength and performance with metabolic complications of diabetes and antidiabetic drugs, and to investigate the importance of muscle strength and performance in the management of diabetes.
Method: The records of 249 diabetic patients were reviewed retrospectively. The relationship between grip strength and gait speed with lipid parameters and HbA1c values was investigated by correlation analysis. Risk factors that increased the risk of dynapenia and poor muscle performance were investigated by logistic regression analysis.
Results: In our study, there was a negative correlation between grip strength and duration of diabetes, HDL cholesterol, total cholesterol; and also between gait speed and triglyceride. In addition, the use of dipeptidyl peptidase (DPP-4) inhibitor decreased the risk of dynapenia, while the use of metformin reduced the risk of decreased muscle performance.
Conclusion: Our findings suggest that lipid regulation is associated with better muscle functions. Therefore, lipid regulation should be ensured for better muscle functions in elderly diabetics. In addition, metformin and DPP-4 inhibitors should be preferred in the treatment of diabetes, if possible, to preserve muscle functions.

15.Evaluation of the Radiological Findings of the Patints Having Surgical Intervention For The Primary Hyperparathyroidism
Uğur Kalan, Ferhat Gokay
doi: 10.5222/terh.2021.75046  Pages 70 - 75 (538 accesses)
Amaç: Çalışmamızda, primer hiperparatiroidi saptanan hastalarda, lokalizasyon belirlenmesi amacıyla yapılan ultrasonografi ve Tc-99m sestamibi çift faz paratiroid sintigrafisi ile postoperatif patoloji bulgularının karşılaştırılması amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışmamıza, Ocak 2010- Aralık 2015 tarihleri arasında Endokrinoloji ve Metabolizma Kliniğinde primer hiperparatiroidi nedeni ile takipli olan ve cerrahi yapılan 96 hasta alındı. Hastaların demografik verileri ve preoperatif laboratuvar sonuçları incelendi. Görüntüleme yöntemleri, cerrahi lokalizasyon ve histopatolojik değerlendirme sonuçları ile kıyaslanarak tanısal doğrulukları ve uyumları hesaplandı.
Bulgular: Yetmiş beş hastada paratiroid adenomu, 12 hastada paratiroid hiperplazisi, 5 hastada paratiroid karsinomu ve 4 hastada şüpheli patoloji sonucu saptandı. Preoperatif kalsiyum düzeyi ortalama 11,25 mg/dl ve parathormon düzeyi ise ortalama 400,06 pg/ml saptandı. Paratiroid adenom tanısında ultrasonografinin %58,7 sensivitesi ve %38,5 spesifitesi olduğu hesaplandı. Ultrasonografi histopatolojik tanı konusunda uyumsuz ve anlamsız olarak gözlendi (Kappa=-0,018, p=0,851). Sintigrafinin ise sensivitesi %84,6 spesifitesi %37,5 olarak hesaplandı. Histopatolojik tanı konusunda ise ortanın altında uyumlu ve anlamlı olarak gözlendi (Kappa=0,221, p=0,047).
Sonuç: Son derece hassas ve invaziv olmayan bir görüntüleme tekniği olan Tc-99m sintigrafisinin, paratiroid adenomlarının saptanmasında ve lokalizasyonunun doğru belirlenmesi konusunda, ultrasonografiye göre daha üstün olduğu görülmüştür.
Objective: In this study, we aimed to compare the results of ultrasonography and Tc-99m sestamibi dual phase parathyroid scintigraphy with postoperative pathology findings in patients with primary hyperparathyroidism.
Methods: The study was carried out with 96 patients, who had surgical intervention for primary hyperparathyroidism and followed up in the Endocrinology and Metabolism Clinic, between January 2010-December 2015. Demographic data and preoperative laboratory results of the patients were reviewed. Diagnostic accuracy and compliance were calculated by comparing imaging methods with surgical localization and histopathological evaluation results.
Results: Parathyroid adenomas were detected in 75, parathyroid hyperplasia in 12, and parathyroid carcinoma in 5 and suspect pathology results in 4 patients. The mean preoperative calcium (11.25 mg/dl) and parathormone (400.06 pg/ml) levels were determined. Ultrasonography had an estimated diagnostic sensitivity of 58.7% and a specificity of 38.5% in cases with parathyroid adenoma. It was observed that ultrasonography has not any diagnostic significance, and it is not in accordance with histopathological diagnosis (Kappa=-0.018, p=0.851). Diagnostic sensitivity, and specificity of scintigraphy were found to be 58.7%, and 38.5%, respectively. It was observed to be only fairly concordant, and significant according to histopathological diagnosis (Kappa=0.221, p=0.047).
Conclusion: Tc-99m MIBI dual-phase parathyroid scintigraphy, a highly sensitive and noninvasive imaging technique, is clearly superior to the ultrasonography in detecting parathyroid adenomas and locating regions correctly.

16.Monosymptomatic Enuresis in Children: Is It Related to Urine pH and Density?
İbrahim Aydoğdu, Erkin Karaca, Ersan Uzun, Yaren Ece Aydogdu, Uygar Miçooğulları, Huseyin Metin, Yusuf Özlem Ilbey, Mehmet Zeynel Keskin
doi: 10.5222/terh.2021.88709  Pages 76 - 79 (424 accesses)
Amaç: Oldukça yaygın olan enürezisin idrar pH’ı ve idrar dansitesi ile ilişkisini araştırarak etiyolojisinin açıklanmasına katkıda bulunmak.
Yöntem: Çalışmaya toplam 45558 çocuk dahil edildi. Taramaya göre, enürezisi olmayan 44201 çocuk grup 1’e ve
enürezisli 1357 çocuk grup 2’ye alındı. Belirlenen tüm çocukların tam idrar tetkikleri tarandı ve idrar pH ve dansite
değerleri elde edildi. İdrar pH’ı ve dansitesi açısından gruplar arası farklılıklar student t-testi kullanılarak analiz
edildi. P<0,05 değeri istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.
Bulgular: Enürezisli grubun yaş, idrar pH değeri ve idrar dansitesinin daha düşük olduğu istatistiksel anlamlı
bulundu.
Sonuç: Çalışmamızın sonuçları güncel verilerle uyumludur. Literatürdeki en büyük enürezis çalışmalarından biri
olacak olan çalışmamız, enürezis etiyolojisinde idrar yolu enfeksiyonlarının önemini hatırlatarak hekimlere rehberlik etmektedir.
Objective: To contribute to the explanation of the etiology of enuresis, which is quite prevalent, by investigating its relationship with urine pH and density.
Methods: A total of 45558 children were included in the study. Based on screening results, 44201 children without enuresis were assigned to Group 1 and 1357 children with enuresis to Group 2. Complete urinalysis results of all children who had been identified were scanned and values of urine pH and density were obtained. Intergroup differences with regard to urine pH and density were analyzed using Student’s t-test. A p value of <0.05 was considered statistically significant.
Results: The group with enuresis was determined to be statistically significantly younger, and has lower urine pH, and density.
Conclusion: The results of our study are consistent with current data. Our study, which will be among one of the largest-scale enuresis studies in the literature, provides guidance to physicians by reminding them the importance of urinary tract infections in the etiology of enuresis.

17.A Novel Laboratory Marker for Hepatosteatosis: Mean Platelet Volume to Lymphocyte Count Ratio
Satılmış Bilgin, Ozge Kurtkulagi
doi: 10.5222/terh.2021.93798  Pages 80 - 83 (472 accesses)
Amaç: Hepatosteatosis (HS) is defined as accumulation of fat in liver reaching to an amount of at least 5% of liver weight. Not just mean platelet volume (MPV), but also MPV to lymphocyte ratio (MPVLR) has been introduced as a marker in inflammatory and metabolic conditions. We aimed to compare MPVLR values of patients with hepatosteatosis with those of healthy controls. We also investigated the correlation between CRP and MPVLR
Methods: The data of the patients with HS who were admitted to internal medicine outpatient clinics of our institution between 2018 December and 2019 December were enrolled into the study. The MPVLR were calculated using MPV/lymphocyte formula.
Results: The median MPVLRs of the HS and control groups were 4.3% (2.1) and 3.6% (1.7), respectively (p<0.001). The median CRP levels of the HS and control groups were 3.6 (4.9) mg/L and 0.4 (0.2) mg/L, respectively (p<0.001). The MPVLR was positively and strongly correlated with CRP (r=0.64, p<0.001). However, MPVLR and the biochemical parameters; LDL-cholesterol, ALT and triglyceride were not correlated at all..
Conclusion: We suggest that elevated MPVLR should alert physicians for possible hepatosteatosis in a population without comorbidities. Positive and strong correlation between CRP and MPVLR should also prompt use of MPVLR as a reliable inflammatory predictor.
Objective: Hepatosteatoz (HS), karaciğerde en az %5 kuru ağırlığa denk gelecek şekilde yağ birikmesidir. Sadece Ortalama trombosit hacmi (MPV) değil, aynı zamanda ortalama trombosit hacmi/lenfosit oranı (MPVLR) metabolik ve enflamatuvar durumların bir belirteci olarak bildirilmektedir. Bu çalışmamızda hepatosteatozlu hastaların MPVLR değerini, sağlıklı kontrol grubuyla karşılaştırmayı amaçladık. Ayrıca CRP ile MPVLR arasındaki korelasyonu araştırdık.
Yöntem: Kurumumuz iç hastalıkları polikliniklerine 2018 Aralık-2019 Aralık tarihleri arasında başvuran HS’lu hastalar çalışmaya alındı. MPVLR, MPV/Lenfosit formülü ile hesaplandı.
Bulgular: HS ve kontrol gruplarının medyan MPVLR değeri sırasıyla %4.3 (2.1) ve %3.6 (1.7) idi (p<0.001). HS ve kontrol gruplarının medyan CRP değeri sırasıyla 3.6 (4.9) mg/L ve 0.4 (0.2) mg/L idi (p<0.001). MPVLR, CRP ile pozitif ve güçlü bir korelasyona sahipti (r=0.64, p<0.001). Buna karşın, MPVLR ile LDL kolesterol, ALT ve trigliserit arasında korelasyon yoktu.
Sonuç: Komorbiditesi bulunmayan HS’lu hastalarda artmış MPVLR değeri, hekimler için HS açısından uyarıcı olmalıdır. CRP ile MPVLR arasındaki güçlü pozitif korelasyon, MPVLR’nin de güvenilir bir inflamatuvar belirteç olduğunu düşündürmektedir.

18.Sterotactic Radiosurgery for Trigeminal Neuralgia: Single Center Experience
Mihriban Erdoğan, Adem Sengul, Ayhan Aydin, Ali Olmezoglu, Ceylan Diren Erim, Dilek Arslan
doi: 10.5222/terh.2021.94940  Pages 84 - 90 (748 accesses)
Amaç: Trigeminal nevraljide, stereotaktik radyocerrahi sonuçlarımızı değerlendirdik.
Yöntem: Bu çalışmada, 2013-2018 yılları arasında kliniğimize başvuran medikal tedaviye dirençli trigeminal nevralji tanısı ile Cyberknife (Accuray, Sunnyvale, CA) uygulanan 13 olgu retrospektif olarak değerlendirildi. Bir mm aralıklarla çekilen planlama bilgisayarlı tomografisi, 1,25 mm aralıklarla çekilmiş kranyal manyetik rezonans görüntülemesinin kontrastlı T1 aksiyel ve T2 flair kesitleriyle füzyon yapıldı. Hedef olarak trigeminal sinirin ponstan çıktığı yerden Meckel kavitesi girişine kadar olan kısmı (retrogasserian zone) konturlandı. Tüm hastalara medyan %80 (%68-%87) referans izodozda 60 Gy SRC uygulandı.
Bulgular: Medyan 12 (3-72) aylık takip sonunda hastaların 10’nunda (%76,9), ağrıda tam yanıt elde edildi. Yanıt süresi medyan 45 (1-180) gündü. Yanıt alınan hastaların 5’inde (%50) yanıt, ilk ay içinde gözlendi. Takip süresi içinde hiçbir hastada ağrı relapsı olmadı. Yanıt alınmayan 3 hastada operasyon öyküsü yoktu ve ikisinde atipik (sürekli) ağrı şeklindeydi. Takipte tedavi öncesi hipoestezisi olmayan 9 hastanın 2’sinde (%22,2) BNI sınıf II-III hipoestezi görüldü. Hastaların 4’ü (%30,8) stereotaktik radyocerrahi sonrası ilaç alımını sonlandırmıştı.
Sonuç: Medikal tedaviye dirençli trigeminal nevraljide, stereotaktik radyocerrahi ağrı palyasyonunda başarılı bir tedavi yöntemidir.
Objective: We evaluated our results with stereotactic radiosurgery in trigeminal neuralgia (TN).
Methods: Thirteen patients diagnosed with TN resistant to medical treatments applied for SRS with Cyberknife (Accuray, Sunnyvale, CA) between 2013 and 2018 were evaluated retrospectively. Treatment planning CT with 1 mm slice thickness was fused with contrast-enhanced T1 axial and T2 flair cranial MRI images with 1.25 mm slice thickness. As a targeted region the area extending from the point where trigeminal nerve leaves the pons up to its entrance into the Meckel cave (retrogasserian zone) was contoured. All patients received 60 Gy SRC with a median reference dose of 80% (68%-87%).
Results: After a median follow-up of 12 (3-72) months, complete response was achieved in 10 patients (76.9%). Median time to response was 45 (1-180) days. Response was achieved during the first month after treatment in 5 (50%) patients. Three patients refractory to treatment did not have a history of operation and 2 of them had atypical (steady) pain. During follow-up, 2 of 9 patients (22.2%) who did not have hypoesthesia before treatment had BNI class II-III hypoesthesia. Four patients (30.8%) quit taking pills after stereotactic radiosurgery.
Conclusion: SRC for TN resistant to medical treatment is a successful treatment for pain palliation.

19.The Investigation of Streptococcus Agalactiae Colonization in Last Trimester Pregnants by Using Standard Culture and Molecular Methods
Nurhadiye Kuru, Oguzhan Kuru, Abdullah Tüten, Nevriye Gonullu
doi: 10.5222/terh.2021.99266  Pages 91 - 96 (442 accesses)
Amaç: Üçüncü trimesterdeki gebelerde grup B streptokok (GBS) kolonizasyonunu gerçek zamanlı polimeraz zincir reaksiyonu (real-time PCR) ve kültür yöntemleri kullanarak tespit etmeyi ve bu yöntemleri karşılaştırmayı amaçladık.
Yöntem: Mayıs 2014-Eylül 2014 tarihleri arasında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Kadın Doğum Anabilim Dalı Polikliniğine 35-37. gebelik haftaları arasında başvuran 100 kadından GBS taraması için vajinal swab örnekleri alındı.
Bulgular: GBS kolonizasyon oranları; kültür ve real-time PCR yöntemleriyle sırasıyla % 5 ve % 7 idi. Kültür altın standart kabul edildiğinde gerçek zamanlı PCR için duyarlılık ve özgüllük sırasıyla % 100 ve % 97,9 idi. GBS kolonizasyonu ile yaş grupları, eğitim düzeyleri, önceki gebelik sayıları, sigara içme alışkanlıkları, antibiyotik kullanım öyküsü ve kontraseptif yöntemleri arasında anlamlı bir fark yoktu.
Sonuç: Gerçek zamanlı PCR tekniğinin kültür yöntemi kadar duyarlı olduğu kanıtlanmıştır. Ayrıca, gerçek zamanlı PCR, GBS tespitinde hızlı bir tanı yöntemi olarak daha etkili bir intrapartum antibiyotik profilaksisi sağlar. Bu sayede infantlarda morbidite ve mortalitenin düşük olmasına yardımcı olur. Fakat, PCR testinin her laboratuarda kullanılamaması ve yüksek maliyeti handikap oluşturmaktadır.
Objective: We aimed to detect and compare group B streptococcus (GBS) colonization in pregnant women at third trimester using real-time polymerase chain reaction (real-time PCR) and culture methods.
Methods: Vaginal swab specimens were taken for screening of GBS from 100 women between 35-37 weeks of gestation who were attending to antenatal outpatient unit of Obstetrics and Gynecology Department of Cerrahpasa Medical Faculty from May 2014 to September 2014.
Results: Rates of GBS colonization was %5 and %7 by culture and real-time PCR methods, respectively. Using culture as the gold standard; sensitivity and specificity for real-time PCR were 100% and 97.9%, respectively. Any significant difference was not detected between GBS colonization with age groups, education levels, number of previous pregnancies, smoking habits, history of antibiotic use, and contraceptive method.
Conclusion: Real-time PCR technique has proven to be as sensitive as the culture method. Also, real-time PCR may provide a rapid diagnostic tool for GBS detection potentially allowing a more effective intrapartum antibiotic prophylaxis and lower infant morbidity and mortality. However, the inability to use PCR test in every laboratory and its high cost creates a handicap.

20.Anxiety Levels of Children During Electrophysiological Study
Tülay Demircan, Gonca Özyurt, Baris Guven, Kayı Eliaçık, Nazmi Narin, Cem Karadeniz
doi: 10.5222/terh.2021.57778  Pages 97 - 102 (471 accesses)
Amaç: Elektrofizyolojik çalışma (EFÇ) taşikardi tanı ve tedavisinde kullanılmaktadır. Bu çalışmanın amacı EFÇ öncesi çocuklardaki anksiyete seviyesini tespit etmektir.
Yöntem: Bu kesitsel çalışmaya Mart ve Eylül 2019 tarihleri arasında EFÇ için hastaneye yatırılan 45 olgu alındı. 8-18 yaş arasıçocuklardan oluşan hasta grubu yaş ve cinsiyet uyumlu kontrollerle karşılaştırıldı (n=46). Çocuklarda anksiyete bozukluklarını tarama ölçeği (Screen for Child Anxiety Related Emotional Disorders (SCARED) kullanılarak çocuklardaki anksiyete şiddeti değerlendirildi.
Bulgular: Çalışma grubundaki hastaların yaş ortalaması 13,91±2,84 yıl, 23 kızve 22 erkek idi. Aritmi nedeniyle işleme alınan olguların tanıları %44,4 atriyoventriküler reentran taşikardi, %31 AV nodal reentran taşikardi, %22,2 ventriküler taşikardi, %8,8 sinüs taşikardisi ve %4,4 atriyal flatter idi. Elektrofizyolojik çalışma işlemi için hastaneye yatırılan çocuklarda anksiyete düzeyleri kontrol grubuna göre daha yüksek olarak bulundu (p<0,001).
Sonuç: Bildiğimiz kadarıyla, çalışmamız Türkiye’de taşikardi nedeniyle EFÇ yapılan çocuklarda anksiyete düzeyini ölçen ilk çalışmadır. Elektrofizyolojik çalışmai şlemi çocuklarda anksiyeteyi artırmaktadır. Anksiyeteyi azaltan yöntemlerin çalışıldığı ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
Objective: Electrophysiological study (EPS) has been widely used in the diagnosis and treatment of tachycardia. The objective of this study was to determine the anxiety levels in children before EPS procedure.
Method: Patients (n=45) who were hospitalized for EPS between March and September of 2019 were included n this cross-sectional study, The patient group consisting of children aged 8-18 years old was compared with age- and sex- matched controls (n=46). We evaluated the severity of anxiety at the time of assessment using the Screen for Child Anxiety Related Emotional Disorders (SCARED) scale. The forms were filled out by both children and their parents.
Results: The mean age of the patients in the study group consisting of 23 girls and 22 boys was 13.91±2.84 years. Diagnoses of cases treated due to arrhythmia were as follows: atrioventricular reentrant tachycardia (44.4%), atrioventricular nodal reentrant tachycardia (31%), ventricular tachycardia (11.2%), sinus tachycardia (8.8%), and atrial flutter (4.4%). Anxiety levels were higher in children who were hospitalized for EPS procedure compared to the control group (p<0.001).
Conclusion: As far as we know, our study is the first in Turkey to measure the level of anxiety in children undergoing cardiac EPS due to tachycardia. Electrophysiological study procedure increases anxiety in children. Further studies in which methods to reduce anxiety are needed are studied.

21.Evaluation of Fine Needle Aspiration Biopsy (FNAB) Results in Macrocalcified Thyroid Nodules
Ali Murat Koç, Zehra Hilal Adibelli, Zehra Erkul, Yasemin Sahin
doi: 10.5222/terh.2021.75317  Pages 103 - 109 (7423 accesses)
Amaç: Tiroid nodülü, tiroid bezinin en sık görülen hastalığı olup tiroid kanseri ile yakın ilişkilidir. Tanıda altın standart yöntem İnce İğne Aspirasyon Biyopsisi (İİAB)’dir. Ultrasonografik (US) incelemede mikrokalsifikasyon içeren nodüllerin malignite ile olan ilişkisi iyi bilinse de makrokalsifikasyonu olan nodüllerin malignite olan ilişkisi ve İİAB yeterliliği konusunda bir görüş birliği bulunmamaktadır. Bu çalışmada, US incelemede makrokalsifikasyon içeren ve içermeyen nodüllerin İİAB sonuçlarının karşılaştırılması amaçlanmıştır.
Yöntem: Bu retrospektif çalışmaya, biyopsi istemiyle başvuran 450 hastaya ait İİAB yapılan 466 nodül çalışmaya dahil edildi. Hastaların demografik özellikleri, nodüllerin US özellikleri ve İİAB’ye ait Bethesda sınıflamasında sitopatoloji sonuçları kaydedildi. Nodüller, kalsifiye ve non-kalsifiye olarak iki ana gruba ayrıldı. Grupların US özellikleri ve sitopatoloji sonuçları karşılaştırıldı.
Bulgular: Kalsifiye nodüllerin transvers boyutlarının non-kalsifiye olanlardan daha büyük olduğu tespit edildi (p=0,003). Ayrıca, solid kompozisyon, hipoekoik ve belirgin hipoekoik ekojenite, düzensiz sınır özelliği de kalsifiye grupta daha yüksek oranda tespit edildi (p<0,001). Her iki grupta yetersiz numune/tanısal olmayan sitoloji (Bethesda-1) oranları arasında anlamlı fark saptanmadı (%19,2 ve %14,7). Sitopatolojik olarak malignite şüpheli ve malign nodüllerin (Bethesda 5 ve 6) ise kalsifiye grupta daha fazla olduğu tespit edildi (p=0,05).
Sonuç: Bu çalışmanın sonuçlarına göre, US incelemede tiroid nodüllerinde makrokalsifikasyon tespit edilmesi İİAB sonuç yetersizliğinde anlamlı artışa neden olmamaktadır. Bununla birlikte, makrokalsifikasyon varlığı tiroid nodülünün malignite riskini arttırmaktadır.
Objective: Thyroid nodule is the most common disease of the thyroid gland and is closely associated with thyroid cancer. The gold standard method in diagnosis is Fine Needle Aspiration Biopsy (FNAB). Although the relationship between nodules containing microcalcification and malignancy is well known, there is no consensus on the relation of nodules with macrocalcification to malignancy and the adequacy of FNAB. In this study, it was aimed to compare the results of FNAB of nodules with and without macrocalcification in US examination.
Methods: In this retrospective study, 466 nodules undergoing FNAB of 450 patients who applied for biopsy were included in the study. The demographic characteristics of the patients, US features of the nodules and cytopathology results of FNAB in the Bethesda classification were recorded. Nodules were divided into two main groups as calcified and non-calcified. US features and cytopathology results of the groups were compared.
Results: Transverse sizes of calcified nodules were found to be larger than non-calcified ones (p = 0.003). In addition, solid composition, hypoechoic and prominent hypoechoic echogenicity, and irregular border feature were found with a higher rate in the calcified group (p <0.001). No significant difference was found between insufficient sample/non-diagnostic cytology (Bethesda-1) ratios in both groups (19.2% and 14.7%). Cytopathologically, number of malignant and suspected malignant nodules (Bethesda 5 and 6) were found to be higher in the calcified group (p=0.05).
Conclusion: According to the results of this study, detection of macrocalcification in thyroid nodules in US examination does not cause a significant increase in insufficient FNAB results. However, the presence of macrocalcification increases the risk of malignancy of the thyroid nodule.

CASE REPORT
22.Psychiatric Treatment Process of an Elderly Woman Patient Diagnosed with Anderson-Fabry Disease
Mehmet Hamdi Orum
doi: 10.5222/terh.2021.13245  Pages 110 - 113 (377 accesses)
Anderson-Fabry hastalığı (AFD), tüm dokularda ve özellikle vasküler endotelde glikosfingolipidlerin birikmesi ile karakterize lizozomal bir depo hastalığıdır. Böbrek, kalp, cilt ve göz sıklıkla etkilenen organlardır. Sinir sistemi ve beyin de birincil veya AFD’ye ikincil olarak etkilenebilir ve AFD’de psikiyatrik semptomlar görülebilir. Bu olgu sunumunda, ciddi psikiyatrik belirtileri olan AFD'li bir kadın hastayı ele aldık. Hasta, bilişsel davranışçı terapi ve psikotropik ilaçlar tedavi edildi. AFD hastalarında psikiyatrik bozuklukların erken tespiti yaşam kalitesini ve tedaviye uyumu artırabilir.
Anderson-Fabry disease (AFD) is a lysosomal storage disease characterized by accumulation of glycosphingolipids in all tissues and especially in the vascular endothelium. Kidney, heart, skin and eye are often affected organs. The nervous system and brain may also be affected primarily or secondary, and AFD may present with psychiatric symptoms. Herein, we discussed a female patient with AFD who had severe psychiatric symptoms. The patient was managed by cognitive behavioral therapy plus psychotropic medications. The early detection of psychiatric disorders in patients with AFD may improve the quality of life and may increase treatment compliance.

23.A Rare Case Of Report: Spontaneous Rupture Of Renal Pelvis
Mert Hamza Özbilen, Mehmet Yiğit Yalçın, Tufan Süelözgen, Yusuf Özlem İlbey
doi: 10.5222/terh.2021.38233  Pages 114 - 116 (507 accesses)
Renal idrar kaçağı ve buna bağlı ürinom genellikle renal travmalara ikincil gelişmektedir. Renal toplayıcı sistemin spontan rüptürünün sağlıklı böbrekte meydana gelmesI beklenmemektedir. Burada spontan renal pelvis ruptürü gelişen bir vakanın ayırıcı tanısı ve tedavisi sunulmuştur.
Renal urinary leak and associated urinoma usually develop secondary to renal trauma. Spontaneous rupture of the renal collecting system is not expected to occur in a healthy kidney. Here we present differential diagnosis and treatment of a case of spontaneous renal pelvic rupture.

24.A Very Rare Case: Metastatic Inguinal Mass From Primary Lung Cancer
Mehmet Zeynel Keskin, Yusuf Özlem İlbey
doi: 10.5222/terh.2021.56933  Pages 117 - 119 (421 accesses)
Nadir olarak karşımıza çıkan primeri bilinmeyen kanser (PBK) vakaları literatüre bakıldığında ise zıt bir şekilde erkek ve kadında kansere bağlı ölümlerde 4. sıklıkta yer almaktadır. Bu olgumuzda, 80'li yıllarda PBK teşhisi konulabilecek inguinal kitlenin, gelişen immünohistokimyasal yöntemler sayesinde primerinin tespitinin nasıl mümkün olabileceğini sunmayı amaçladık.
Cancers of unknown primary (CUP) that we rarely encounter,conversely rank fourth in cancer-related deaths in males and females. In this case, we aimed to present how the primary of an inguinal mass, which could have been diagnosed as CUP in the 80’s, could be detected using advanced immunohistochemical methods.

25.A Rare Case of Malignancy: Biphasic Primary Pulmonary Synovial Sarcoma
Kadir Burak Akgün, Mukadder Calikoglu, Rabia Bozdogan Arpaci, Pınar Ergen
doi: 10.5222/terh.2021.60566  Pages 120 - 125 (816 accesses)
Sinoviyal sarkom oldukça agresif seyreden bir malignitedir ve 10 yıllık hastalıksız sağkalım %50 civarındadır. Sinoviyal sarkom tüm yumuşak doku sarkomlarının %5 ila 10’unu oluşturur. Gençlerde ve adolesanlarda daha sık saptanmakta olup, alt ekstremitelerde, özellikle diz çevresinde görülme sıklığı yüksektir. Yaşlı popülasyonda hastalığın prognozu daha kötü seyretmektedir. Hastalığın doğrulanması için mikroskobik görüntüleme, epitel belirteçlerinde ve moleküler çalışmada pozitif boyanma gereklidir. Hastanemize daha öncesinde aynı seviyeden düşme öyküsü olan ve yalnızca omuz ağrısıyla başvuran 44 yaşındaki erkek bir olgu sunulmaktadır. Yapılan ileri tetkikler ile hastamızın oldukça ender bir form olan ve literatürde az sayıda bildirilen pulmoner sistem kaynaklı bifazik sinoviyal sarkom olgusu olduğu gösterilmiştir.
Synovial sarcoma is a highly aggressive malignancy with a 10-year disease-free survival of around 50%. Synovial sarcoma accounts for 5 to 10% of all soft tissue sarcomas. It is more common in young people and adolescents and it is seen in lower extremities, especially around the knee. The prognosis of the disease is worse in the elderly population. Microscopic imaging, positive staining of epithelial markers and molecular study are required to confirm the the presence of the disease. We present a 44-year-old male patient with a history of falling from the same level and presenting with only shoulder pain. Further investigations have shown that our patient is a rare form of biphasic synovial sarcoma originating from the pulmonary system, which is rarely reported in the literature.

26.Atelectasis: An Uncommon Sign of Achalasia in Childhood
Aykut Eşki, Gökçen Kartal Öztürk, Gozde Şakul, Emre Divarcı, Hüseyin Hüdaver Alper, Esen Demir, Figen Gülen
doi: 10.5222/terh.2021.78942  Pages 126 - 129 (599 accesses)
Akciğer grafisinde 3 aydır atelektazi öyküsü olan, 11 yaşında erkek çocuk, Çocuk Göğüs Hastalıklarına başvurdu.
Solunum seslerinde, sağ alt zonda ince ral ve üst zonlarda ronküs mevcuttu. Başvurundaki solunum fonksiyon testi
restriktif akciğer hastalığı ile uyumlu bulundu. Akciğer tomografisinde; megaözofagus trakea, sağ intermedia ve
orta lob bronşlarına dışardan bası yapmaktaydı. İleri tanısal araştırmalarda; özofagogramda özofagus tüm boyunca
dilate ve özofagogastrik birleşkede ise “kuşgagası” görünümü görüldü, ancak akalazya tanısı için yeterli değildi.
Akalazya tansısı için altın standart test olan özofagus manometresi yapıldı ve tip 2 akalazya teşhisi kondu. Heller
miyotomi ve Dor fundoplikasyonu sorasında hastanın semptomları geriledi. Respiratuvar semptomlar infantlarda
daha yaygın görülebilirken, adölesan yaş grubunda atipik respiratuvar şikayetler ile karşımıza çıkabilmektedir.
Akalazya, çocuklarda restriktif akciğer hastalığının nadir ayrıcı tanılarından biri olmalıdır.
An 11-year-old boy presented to our pediatric pulmonology clinic with a 3-month history of atelectasis evident on
his chest radiography. Breath sounds revealed fine crackles in the right lower zone and rhonchi in the upper zones.
His initial pulmonary function test was compatible with restrictive pulmonary disease. Chest tomography revealed
that the trachea, right intermediate, and middle lobe bronchi were narrowed by megaesophagus. Esophagogram
determined dilatation of the esophagus and “bird-beak” sign in the esophagogastric junction but it was not sufficient
to diagnose. Esophageal manometry which is the gold standard test for achalasia was performed and type 2
achalasia was diagnosed. His symptoms improved following Heller myotomy conducted together with Dor fundoplication.
Although respiratory problems are more common in infants and younger children, atypical respiratory
presentations may also occur during adolescence. Achalasia should be one of the rare differential diagnoses of
pediatric restrictive pulmonary disease.

27.Is There Any Other Disease Under The New Diagnosis of Diabetes That Is Difficult To Control?
Muhammed Ali Kaypak, Damla Çağla Patır, Faruk Recep Özalp, Harun Akar
doi: 10.5222/terh.2021.94840  Pages 130 - 132 (401 accesses)
Yüksek seviyedeki büyüme hormonu ve insülin benzeri büyüme faktörü 1, çoğunlukla büyüme hormonu salgılayan hipofiz adenomu nedeniyle akromegali hastalarında doku proliferasyonuna ve hipertrofiye katkıda bulunur. Ayırıcı tanıda düşünmemizi gerektiren akromegalinin bazı fenotipik özellikleri ellerin ve ayakların aşırı büyümesi ve yüzde kabalaşmadır. Büyüme hormonu ayrıca lipolitik etkilere ve insülin direncine neden olur, bu nedenle akromegali hastaları sıklıkla bozulmuş glukoz toleransı ve tip 2 diabetes mellitus ile ortaya çıkar. Akromegalinin ortaya çıkmasına neden olan tedaviye dirençli hiperglisemili bir vakayı paylaşmak istedik.
High levels of growth hormone and insulin-like growth factor 1 contribute to tissue proliferation and hypertrophy in patients with acromegaly mostly due to growth hormone-secreting pituitary adenoma. Some phenotypic features of acromegaly that make us to consider in the differential diagnosis are excessive growth of the hands and feet and coarsening facial features. Growth hormone also induces lipolytic activities and insulin resistance, so patients with acromegaly often present with impaired glucose tolerance and type 2 diabetes mellitus. We wanted to share a case with treatment-resistant hyperglycemia which is the cause of presentation of acromegaly.

LookUs & Online Makale