E- ISSN: 3023-6215
ANATOLIAN JOURNAL OF GENERAL MEDICAL RESEARCH - Anatol J Med : 9 (2)
Volume: 9  Issue: 2 - 1999
CLINICAL RESEARCH
1.Febrile Neutropenia
Kenan Aksu, Seçkin Çağırgan
doi: 10.5222/terh.1999.38289  Pages 55 - 65 (1193 accesses)
Kanser veya hematoloji hastalarında birçok risk faktörü enfeksiyonlara ortam hazırlamaktadır. Nötropeninin ve ateşin birlikte sıkça görüldüğü bağışıklık sorunlu bu hastan grubunda ölüm oranları halen yüksekliğini korumaktadır. Genel olarak nötropenik ateşe yaklaşım, tüm dünyada standardize edilmeye çalışılmaktadır. Bu standardizasyon çabaları sonucunda ortaya birçok tedavi şeması çıkmaktadır. Bizce, gelinen son nokta bu tedavilerin hastaya göre değiştirilmesi yani bireyselleştirilmesidir.
There have been many factors that predispose the patient with cancer or hematologic malignancy to infections. As neutropenia and fever have been frequently encountered in this immunecompromised patient group, mortality and morbidity rates are still high. The general approach to neutropenic patient all around the world follows a trend of standardization. Many therapeutic schemes have been created as the results of these standardization efforts. To us, the far most point that is reached at the moment is adapting the therapy to the patient, that is, individualization.

2.A Curent View To The Etiopathogenesis Of Diabetic Nephropathy
Didem Dereli, Ebru Yüksel Özbal, Murat Akyurt, Ziya Günal
doi: 10.5222/terh.1999.94070  Pages 66 - 71 (1373 accesses)
Diyabetik nefropati, diyabetin sıkça karşılaşılan ve böbrek yetmezliğine gidebilen bir sonucudur. Diyabetin, tiplerine ve bazı genetik alt tiplerine göre değişkenlik gösteren sıklığı ve ortaya çıkış şekli, etyopatogenezinin çok etkenli olduğunu göstermektedir. Bir kez geliştiğinde görülen morbidite ve mortalite yüksekliği, nefropatirıin önceden belirlenmesini ve önlenmesinin önemini vurgulamaktadır. Hipergliseminin etkilerinin daha detaylı olarak anlaşılması, enzimatik olmayan glukozilasyon ile ilgili detaylı bilgilerin elde edilmesi, poliyon yolu ile ilgili basamakların anlaşılması, ekstraselüler matriks ile ilgili detaylı çalışmaların yapılıp protein kinaz C aktivasyonunun öneminin ortaya çıkması gibi gelişmeler sayesinde, diyabetik nefropati geHşimirıin önlenebilme umudu artmaktadır.
Diabetic nephropathy is a commorıly encountered complication of diabetes mellitus which may result in renal failure. The differentiations of its emerging and prevalence according to types of diabetes and subtypes of genes, indicate that its pathogenesis has multifactorial basis. The high level of mortality and morbidity of diabetic nephropathy emphasizes that the neccesity of prediction and prevention from nephropathy. As we know more about the effects of hyperglicemia, the details of nonenzymatic glucolisation, the step of polyol metabolism, and the importance of protein kinase C activity, we may have new hopes to prevent diabetic nephropathy.

3.Comparison of The Complications With Laryngeal Mask And Endotracheal Intubation
Yasemin Eryılmaz, Ayşegül Ceyhan, Alp Alptekin, Özgül Turgut, Meltem Bababalım, Nurten Ünal
doi: 10.5222/terh.1999.53685  Pages 72 - 80 (2786 accesses)
AMAÇ: Çalışmamızda havayolu sağlamada yeni bir yöntem olan laringeal maske (LM)'yi erken postoperatif devredeki komplikasyonlar açısından endotrakeal tüp (ET) ile karşılaştırdık. GEREÇ VE YÖNTEM: ASA I-II grubuna giren, yaşları 19-70 arasmda değişen, elektif operasyon geçirecek, genel cerrahi, kadın-doğum, üroloji ve ortopedi kliniklerindeki 40 hasta çalışmaya alındı. Hastalar rastgele 2 gruba ayrıldı. Fentanil, propofol ve vekuronyum endüksiyonunu takiben 1. gruba LM (s=20) takıldı. 2. gruba endotrakeal entübasyon (EE) (s=20) yapıldı. Anestezi devamı 02+N20+ izofluran ile sağlandı. Operasyon bitiminde, 0.03 mg/kg neostigmin ve 0.015 mg/kg atropin sülfat ile dekürarizason sağlandı. Tüm koruyucu refleksleri geri dönen, kas tonusu yerine gelen, kendiliğinden soluyan hastalarda, 1. grupta LM çıkarıldı, 2. grupta ekstübasyon yapıldı. Hastalar hemen uyarımca öksürük, nefesini tutma, kusma, boğaz ağrısı ve ses fonksiyonları açısından; ameliyattan 1 saat sonra kusma, boğaz ağrısı ve ses fonksiyonları açısından 6 ve 24 saat sonra ise boğaz ağrısı ve ses fonksiyonlarına etkisi açısından değerlendirildiler. BULGULAR: Öksürük ve nefes tutma EE grubunda daha fazla görüldü. Boğaz ağrısı ve ses fonksiyon bozukluğu LM grubumda daha az görüldü. SONUÇLAR: LM'nin özellikle mesleği gereği ses fonksiyonları önemli olan kişilerde seçilmesi gereken güvenli bir yöntem olduğu kanısına varıldı.
In our study, we compared the laryngeal mask (LM) with tracheal tube (TT), according to their effect on vocal functions, frequency of sore throat and early postoperative complications. Forty ASA I-II patients aged between 19-70 years, undergoing elective operations on general surgery, gynecology, urology and orthopedics were included in our study. Patients were di- vided into two randomized groups. Following fentanyl, propofol, vecuronium bromide induction, LM was inserted in the first group (n-20), Second group (n-20) was intubated using tracheal tube. After termination of the operation decurarisation was established using 0.03 mg/kg neostigmin and 0.015 mg/kg atropine sulfate among the patients in whom swallow reflexes, muscular tonicity returned, and who breathed spontaneously, LM was removed in the first group, and the second group was extubated. The patients were assessed for coughing, breath holding, vomiting, sore throat, vocal cord functions immediately after recovering from anaesthesia; for vomiting, sore throat and vocal cord functions 60 minpostoperatively, for sore throat and vocal functions after 6 and 24 hours postoperatively. Complications such as coughing and breath-holding were found more frequenctin the TT group. LM caused sore throat and vocal dysfunction less frequenfly than TT. As a result, we concluded that LM, which causes less complications than TT, would be a convenient method in selected cases and may be routinely used.

4.The Relationship Between Zincuria and Microalbuminuria in Type 2 Diabetic Patients
Didem Dereli, Harun Yenice, Kamil Gürsoy, Ebru Yüksel Özbal, Ziya Günal
doi: 10.5222/terh.1999.50876  Pages 81 - 85 (987 accesses)
AMAÇ: Bu çalışmada, diyabetik nefropatinin erken bulgusu olan mikroalbuminüriyle idrar çinko atılımının ilişkisi araştırıldı. GEREÇ ve YÖNTEM: Bu amaçla üç grup oluşturuldu: Mikroalbuminürisi olan Tip II diyabetli 40 olgu (1. Grup), mikroalbuminürisi olmayan Tip II diyabetli 40 olgu (2. Grup) ve herhangi bir hastalığı saptanmayan 40 sağlıklı kontrol olgusu (3. Grup). Grup 1 ve 2 arasmda diyabet süresi açısından anlamlı bir fark yoktu (Grup 1: 7,15 + 1,49; grup 2: 7,57+1,41; p>0,05).Tüm olguların 24 saatlik idrarlarıyla çinko düzeyleri ölçüldü ve grupların idrar çinko düzeyleri karşılaştırıldı. BULGULAR: Sonuçta mikroalbuminürik hastalarda, normoalbuminüriklere kıyasla; normoalbuminüriklerde de kontrollere oranla belirgin derecede yüksek çinko atılımı saptandı. İdrar çinko atılımı ile albuminüri miktarı arasmda olumlu ilişki saptandı. İdrar çinko atılımı ile albuminüri miktarı arasında olumlu ilişki saptandı. SONUÇ: Diyabetin erken evreleriyle, hatta mikroalbuminüri döneminde de önce, çinko atılımında artış olduğu sonucuna varıldı.
AIM: In this study, the relationship of zincuria and microalbuminuria in diabetes mellitus was investigated. MATERIAL and METHOD: Three groups were made for this study: forty non insulin dependent diabetic patients (NIDDM) who had microalbuminuria (lst Group), forty type II diabetic patients (NIDDM) who had no microalbuminuria (2nd Group), and forty healthy volunteers as control group (3rd Group).We did not detect any differences in duration of diabetes mellitus between Group 1 and Group 2. Twenty-four hour urine samples of ali cases were collected and urinary zinc concentrations were measured. RESULTS: In microalbuminuric patients zincuria was higher than the normoalbuminuric patients. The zincuria in normoalbuminuric patients was higher than the control group. Also there was a positive correlation between microalbuminuria and zincuria. CONCLUSION: Diabetes mellitus is associated with highly significant increase in urinary zinc excretion, even in the early stages of the disease and there is also a positive correlation between the concentrations of urinary albumin and zinc.

5.The Results of Transsphenoidal Intervention in Prolactinomas
Okan Korkmaz, Aytekin Koçyiğit, Özcan Binatlı
doi: 10.5222/terh.1999.35492  Pages 86 - 91 (823 accesses)
AMAÇ: Prolaktinoma'lı olgularda transsfenoidal girişim sonuçlarını incelemektir. GEREÇ ve YÖNTEM: Kliniğimizde, Eylül 1994 ve Mayıs 1997 tarihleri arasında prolaktinoma tanısı alan 12 olguya klinik konsey kararı ile transsfenoidal girişim uygulandı. BULGULAR: İntrasellar yerleşimli 11'i erkek, 11'i kadın, toplam 12 prolaktinoma olgusu transsfenoidal yaklaşımla opere edilmiştir. Olguların 9'uda total, 3'ünde subtotal rezeksiyon yapılmıştır. Cerrahi sonu 12-36 ay (ortalama 22.2 ay) izlenen olgularda kalıcı komplikasyon gözlenmemiştir. SONUÇ: Transsfenoidal girişimin cerrahi riskin düşük olduğu ve komplikasyonların az görüldüğü çalışmamızla desteklenmiştir.
AIM: To evaluate The results of transsphenoidal surgery in patients with prolactinoma. MATERIAL and METHOD: 12 patients were diagnosed as prolactinoma, operated by transsphenoidal surgery between September 1994 to May 1997. Total resection was performed in 9 an subtotal resection was performed in 3 patients. RESULTS: Follow up lasted an average of 22.2 months (range 12-36 months) and no serious complication were seen. CONCLUSION: Transsphenoidal surgery in patients with prolactinoma is safe and has a low complication rate.

6.The Relationship of Diastolic Dysfunction And Microalbuminuria in Type 2 Diabetic Patients
Didem Dereli, Harun Yenice, Murat Akyurt, Ebru Yüksel Özbal, Ziya Günal
doi: 10.5222/terh.1999.89587  Pages 92 - 97 (1101 accesses)
AMAÇ: Bu çalışmada, diyabetin mikroanjiopatik komplikasyonlarından olan nefropati ve diabetik kardiomiyopati'nin erken dönemde birbirleri ile ilişkisi araştırılmıştır. GEREÇ ve YÖNTEM: Çalışmada üç grup oluşturuldu: Mikroalbuminürisi olan Tip II diyabetli 40 olgu (1. Group), mikroalbuminürisi olmayan Tip II diyabetli 40 olgu (2.grup), mikroalbuminürisi olmayan Tip II diyabetli 40 sağlıklı olgu (3. Grup). Grup 1 ve 2 arasında diyabet süresi açısından anlamlı bir fark yoktu (p>0.05). Tüm olguların, iki boyutlu ve Doppler ekokardiografi ile fraksiyonel kısalma, ejeksiyon franksiyonu, sol ventrikül diyastol sonu arka duvar kalınlığı, diyastol sonu ventriküler bölme kalınlığı pek erken diastolik pik (E), pik geç (atrial) diyastolik hız (A), erken ve geç piklerin oram (E/A) oranları ölçüldü. BULGULAR: Her üç grupta sistolik fonksiyonlar açısından fark yoktu. Sol ventrikül diyastol sonu arka duvar kalınlığı, tüm olgularda normal sınırlar içinde idi. Buna rağmen, Grup l'de, Grup 2 ve Grup 3'den anlamlı derecede yüksek değerler bulundu, diyastol sonuVentiküler septum değerleri açısından gruplar arasmda fark yoktu. Grup l'de sol ventrikül diyastolik fonksiyon bozukluğu saptanırken, Grup 2 ve 3'te yoktu. SONUÇ: Diyabetik nefropatinin erken bulgusu olan mikroalbuminüri ile diyabetik kardiyomiyopatinin erken bulgusu olan sol ventrikül diyastolik bozukluğun birlikt gelişmektedir. Mikroalbumiinüri saptanan her diyabetik olguda periyodik Doppler ekokardiografi kontrollerinin yapılması yararlı olacaktır.
AIM: The early stage relationship of diabetic nephropathy and cardiomyopaty, which are the microangiopathic complications of diabetes mellitus, were invastigated in 80 non insulin dependent diabetic (NIDDM) patients and 40 matched healthy control subjects. MATERIAL and METHOD: Three groups were made for this study: Forty diabetic patients (NIDDM) who had microalbuminuria made the first group, forty diabetic patients (NIDDM) who did not have microalbuminuria the was second group and forty healthy volunteers formed the control group. Onset of diabetes age was the same in Group 1 and 2. Fractional shortening, ejection fraction, left ventricular end diastolic posterior wall thickness, the ratios of early and atrial late peaks (E/A ratio) were measured by 2-D and Doppler echocardiograpy. RESULTS: No differences were found in systolic function among the three groups. Left ventricular end diastolic posterior wall thickness was measured, it was significantly higher in Group 1 than in Group 2 and in Group 3, although all subjects had left ventricular end diastolic posterior wall thickness within the normal limits. Interventricular septum thickness was the same in all three groups. Unlike Group 2 and 3, there was left ventircular diastolic dysfunction in Group 1. CONCLUSION: It is concluded that diastolic dysfunction and microalbuminuria occured concurrently in the early stage of diabetes mellitus. Periodic echocardiographic controls in mi- croalbuminuric diabetic patients are recommended.

7.The İmportance Of Random Biopsiesin Superfical Bladder Cancer
Oğuz Mertoğlu, Ferruh Zorlu, Hakan Duran
doi: 10.5222/terh.1999.23682  Pages 98 - 101 (882 accesses)
AMAÇ: Yüzeyel mesane tümörlerinde transüretral rezeksiyon (TUR) sırasında alınan rasgele biyopsilerin olumluluk oranı, risk faktörleriyle ilgisi ve olumlu sonuçların öngörülen tedaviyi değiştirmedeki önemi araştırıldı. GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 1994 - Haziran 1998 tarihleri arasında yüzeysel mesane tümörü tanısı almış ve TUR sırasına rasgele biyopsileri alınmış 122 erkek hasta çalışmaya alındı. BULGULAR: Ortalama yaş 53'dü (24-82). Rastgele biyopsisi olumlu hasta sayısı 13 idi (%11). Evreler arasında rasgele biyopsi olumluluğu açısından anlamlı bir fark bulunamamıştır. Tümör yerine göre ilgi araştırıldığında 13 hastanın 10'unda (%77) tümör yeriyle aynı bölgede, 3 hastada (%23) farklı bölgelerde rasgele biyopsiler olumlu sonuçlanmıştır. Olumlu rastgele biyopsilerde patolojilerin %53'ü karsinoma in-situ (Kis) gelmiş ve sonuç tedaviye BCG eklenmesini gerektirmektedir. Derece 2 ve yüzeyel (pT1) olarak gelen patolojilerde ise diğer risk faktörlerine göre (boyut ve sayı) tedavi protokolü değiştirilmiştir. SONUÇ: Rastgele biyopsilerde Kis ve yüksek derece bulgusu, hastalarımızda %70 oranında tedavi değişikliklerine neden olmuştur. Bu nedenle ilk operasyon sırasmda rastgele biyopsi alınmasını öneriyoruz.
AIM: The rate of positive random biopsies taken during transurethral resection (TUR), the relationship between positive random biopsies and risk factors for superficial bladder cancer. The role of positive random biopsy findings on treatment approach were investigated. MATERIAL and METHOD: Between January 1994-June 1998,122 patients with superficial cancer were included in this study. Random biopsies were taken from each patient during the initial TUR. RESULTS: Mean age was 53 (24-82) Random biopsies were positive in 13 (11%) patients. There was no significant difference among stages in regard of positivity of random biopsies. Ten (77%) of 13 positive random biopsy sites were in close proximity to the initial lesion; the rest (%23) had showed different localizations. Intracavitary BCG was given if carcinoma in-situ (Cis) (53%) was found on random biopsies. In tumors reported as Grade 2 and superficial (Pt 1 management was changed according to risk factors (size, number). CONCLUSION: The finding of Cis and higher tumor grades on random biopsies changed our treatment in 70% of our patients and we strongly suggest to take random biopsy during the initial surgery.

CASE REPORT
8.Hyperprostaglandin E Syndrome: Case Report
Sezin Aşık Akman, Nejat Aksu, Önder Yavaşçan, Sümer Sütçüoğlu, Sait Şen, Gülçin Başdemir, Işın Yaprak
doi: 10.5222/terh.1999.05760  Pages 102 - 106 (920 accesses)
10 aylık erkek bebek. Halsizlik, kilo kaybı yakınmalarıyla başvuran olgunun yeni doğan döneminden itibaren akut gastroenterit ve dehidratasyon tanılarıyla bir çok kez hastanede izlendiği öğrenildi. Fizik bakı ve laboratuvar değerlendirmede, gelişme geriliği, metabolik alkaloz, hipokalemi, hipokloremi ile aldosteron ve renin düzeylerinde yükseklik saptanması üzerine hipokalemik tübüler hastalıklar düşünüldü. Yakınmaların yenidoğan döneminde başlaması, trombosit fonksiyonlarının ve serum Magnezyum düzeyinin normal bulunması ve böbrek biyopsisinde ılımlı bir yukstaglomerüler aparat hiperplazisi yanında interstisyumda kalsifikasyonların saptanması üzerine Hiperprostaglandin E sendromu tanısı kondu. Başlanan potasyum klorür ve indometazin tedavisine iyi yanıt vermesi ve nadir görülen bir sendrom olması nedeni ile sunuldu.
A 10 months - old ma le baby was admitted to hospital with the complaints of weakness, irritability loss of weight, aııd it was obtained from the history of patient that he was admitted hospital several times with the diagnosis of acute gastroenteritis and dehydratation since the newborn period. Hypokalemic tubular disease was considered because of the determination in physical examination and in laboratory studies of high serum level of aldosteron and renin, hypokalemia, hypochloremia, metabolic alkalosis, and growth retardation. It was diagnosed as Hyperprostaglandin E syndrome since the complaints started from the newborn period, the functions of platelets were normal, serum Mg level was normal, and since a slight juxtaglomerular apparatus hyperplasia accompanying an interstitial calcification was observed in kidney biopsy. This case was reported as it is a rare syndrome and as there was a satisfactory response to KC1 and indomethacine medication.

9.Recurrent Cystine Stones in Both Kidneys
Nejat Aksu, Sıtkı İsenlik, Halil Aydınlıoğlu, Savaş Kansoy
doi: 10.5222/terh.1999.50945  Pages 107 - 110 (942 accesses)
Sistinüri, dibazik aminoasitlerin (lizin, arginin, ornitin ve sistin) taşınmasında eksiklik olan doğumsal bir hastalık olup, bu ürünlerin idrarda çok fazla atılmasıyla sonuçlanır. Bu ailevi hastalığın bilinen tek komplikasyonu, sistinin düşük çözünürlüğüne bağlı üriner taşların oluşmasıdır. Sistinin sülfür bileşeni, bu taşların ışın geçirmesini önlemektedir. Bu yazımızda direkt karın grafisinde iki taraflı böbrek taşları saptanan 6 yaşında bir erkek olgu sunulmaktadır. Olgu üzerinde yapılan ileri araştırmalar sonucunda sistinüri tanısına ulaşılmıştır.
Cystinuria is an inborn error in transportation of the dibasic aminoacids (cystine, ornithine, arginine and Iysine) that results in excessive urinary excretion of these products. The only known complication of this familial disease is the fonnation of urinary calculi owing to the low solublity of cystine. The sulphur content of cystine gives these stones their radioopaque appearence. In this case report, we present a 6 year old boy with bilateral renal calculi detected in plain roentgenogram of abdomen. The further investigations on this patient reached the diagnosis of cystinuria.

LookUs & Online Makale