Hepatopankreatobilier sistemin girişimsel endoskopisi çok yararlı veya felaket sayılabilecek sonuçlar verebilen tartışmaya açık bir alandır. Çeşitli hastalıklarda endoskopik sfinkterotomi ve sfinkter yoluyla yapılan girişimsel prosedürlerin hem tedavi hem de palyasyon değeri vardır.

The hepatopancreatobiliary system is subject to controversy in interventional endoscopy, in that it exhibits procedures which comprise the most beneficial ones and others which may prove to be disastrous. Endoscopic sphincterotomy and interventional procedures through sphincterotomy seem to be effective both therapeutically and for palliation in various disease states.

Uzun kemik kırıklarının cerrahi tedavisinde amaç, tam redüksiyon ve sağlam bir sentez sağlamaktır. Bunun için travmatoloji alanında belirli prensipler içeren cerrahi teknikler kullanılır. İntra meduller çivileme ve kompresyon plaklı osteosentez yöntemleri halen geniş kullanım alanı bulmaktadırlar. Yararlılığı ve tedavi etkinlikleri kabul edilmiş bu iki yöntemin avantajlarını birarada içeren aksial kompresyonlu intra meduller çivi ve ekipmanlarının tanıtımı amacıyla 4 grup çalışma sunulmuştur. Ağaç modeller, hayvan kemikleri, insan kadavra kemikleri ve insana ait dezartiküle üst ekstremite humerusu üzerindeki kırık sentezi çalışmaları tanıtılmıştır. Bu çalışmalarda aksial kompresyon yapabilen intra meduller çivi kullanılmış ve olumlu sonuçlar elde edilmiştir. Uygulama kolaylığı, stabil bir osteosentez elde edilmesi ve güçlü kompresyonun kırık çizgisini etkilemesi bu tekniğin avantajlarıdır. Meduller kanalın oyulmasına gerek duyulmaması kırık kaynaması yönünden olumlu bir durumdur. Kırık kaynamasını ve hastanın rehabilitasyonunu çabuklaştıracağı düşüncesiyle klinik kullanılabilirlik özellikleri taşımaktadır.

A modified intra medullar nail with axial compression for fractures of the long bones and a guide device for this procedure were introduced. Intra medullary nailing for appropriate fractures of the long bones is very popularized osteosynthesis technique. And osteosynthesis with compression plates and screws are used for a large field of traumatology. These two systems of osteosynthesis and their applications have innumerable advantages for fracture healing individually. But they have also some disadvantages for repairing of fractures. For example, intra medullary nailing requires reaming of the medullary canal of the long bones for stability and rigidity of osteosynthesis procedure. It is well known that intramedullary reaming disturbs to endosteal vessels. And this means that fracture union will be delayed. On the other hand, osteosynthesis with the compression plates and screws also damage to periosteal blood circulation. An intra medullar nail with axial compression minimizes these disadvantages and so rigid fixation, good alignment, rapid primary bone healing are obtained. The implants and equipment presented here were designed and produced for this study. They were applicated on some wooden models, cow's long bones and some disarticulated upper extremities of human. During this study, current literatüre about intra medullary nailing, reaming of medullary canal of bone and osteosynthesis with using compression effects were reviewed.

S.S.K. Tepecik Hastanesi Çocuk Polikliniklerine 14.02.1990 - 12.11.1990 tarihleri arasında başvuran ve akut "Üst solunum yolu enfeksiyonu " tanısı olan 4-14 yaşlan arasındaki 337 olgu, çalışmamız kapsamına alınmış ve boğaz kültüründe ve/veya strep A enzim immunoassay ile A grubu beta-hemolitik streptokok tespit edilen 237 tanesi 4 değişik penisilin derivesinin (prokain penisilin, kombine penisilin, penisilin V, benzatine penisilin) oluşturduğu 5 ayrı tedavi protokolü ile sağaltılmışlardır. Tedavi protokollerinin akut dönem etkinlikleri ve bakteri eradikasyonları yönünden birbirine üstünlükleri olmadığı ve aralarında istatistiki bir anlam farkı bulunmadığı gösterilmiştir.

Three hundred thirty-seven patients with upper respiratory tract infection between the ages of 4-14 years were admitted to Social Security Tepecik Teaching Hospital Pediatric Clinics during the period of February 1990 - November 1990 of these 237 laboratory confirmed cases of Group A beta-hemolytic streptococcal upper respiratory tract infections were treated with 4 different penicilline derivates in 5 different treatment groups. It was shown that there were no statistical difference between the treatment groups both in the acute phase treatment and the bacterial eradications.

Kliniğimizde yapılan 134 tiroidektomide inferior tirjoid artere tek taraflı ve iki taraflı proksimal ligasyon uygulanmıştır ve ligasyon yapılmayan üçüncü bir grup dahil olmak üzere her grupta serum kalsiyum düzeyleri ameliyat öncesi ve sonrası ölçülmüştür. Semptomatik hipokalsemi (Pozitif klinik bulgular ve serum kalsitim değeri 7 mg/dl. den az) kontrol grubunda 3(% 3.9) olguda, İnferior tiroid arterin tek taraflı bağlandığı grupta I(% 7.1) olguda, arterin iki taraflı bağlandığı grupta 2(% 4.7) olguda gözlenmiştir. Postoperatif serum kalsiyum istatistiksel olarak anlamlı (p< 0.001) bir şekilde azalmış olmasına karşın gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanamamıştır (p> 0.05). Sonuçta, bilateral subtotal tiroidektomi sırasında inferior tiroid arterin proksimal ligasyonunun post trioidektomi hipokalsemi insidansını etkilemediği kanısına varıldı.

In 134 thyroidectomies performed in our clinic, unilateral and bilateral proximal ligation has been applied to the inferior thyroid artery and serum calcium levels have been measured preoperatively and postoperatively in each group including the third group without ligation. Symptomatic hypocalcemia (Positive clinical findings and serum calcium less than 7 mg/dl.) was observed in 3(3.9%) cases in control group; in I(7.1%) case in the group with unilateal ligation of artery, and in 2(4.7%) cases in the group with bilateral ligation of artery. Although the postoperative fall of serum calcium level in each group was significant statistically (P<0.001), there was no significant difference between groups (P<0.05). As a result, the proximal ligation of inferior thyroid artery during the bilateral subtotal thyroidectomy does not effect the incidence of post-thyroidectomy hypocalcemia in this study.

Elektif kolesistektomi planlanan ötiroid toplam 33 hastanın cerrahi girişimleri sırasında I. grupta (n = 13) Halothan, II. grupta (n = 10) Enfluran ve III. grupta (n = 10) Nörolept Anestezi (Debidrobenzperidol + Fentanil) yöntemleri uygulandı. Anestezi öncesi ve sonrası serum Triiodotironin (T3) ve Tiroxin (T4) düzeyleri saptandı. Pre ve postop Ts değerlerinde her üç grupta istatistiksel yönden anlamlı düşme (p< 0,01), T4 değerlerinde I. ve II. gruplarda anlamlı (p<0,01), III. Grupta anlamlı olmayan yükselme bulundu (p> 0,05). Sonuçlar hiper veya hipotireoz olgularında halojenli hidrokarbonlar yerine, Nörolept -Anestezi yönteminin uygun olacağını göstermiştir.

Investigations were held on 33 euthyroid patients undergoing elective cholecysthectomy. The patients were divided into three groups: in group I (n=13) Halothan, in group II (n=10) Enflurane and in group III (n=10) Neurolept-Anaesthesia (Dehydrobenzperidol + Fentanyl) were administered during anaesthesia. Serum thriiodothronine (T3) and thyroxine (T4) levels were determinated immediaty before premedication and postoperatively. In all groups the decrease in T3 levels were statistically significant (p< 0, 01). T4 levels increased postoperatively. The T4 levels found in group I and II, increased statistically significantly (p< 0,01), but in group III this increase was unsignificant (p> 0,05). The results indicated that, in cases with hyperthyreosis or hypothyreosis it would be favorable to use neuroleptanesthesia instead of halogenated hydrocarbons.

Polikliniğe doğrudan cinsel işlev bozukluğu yakınmasıyla başvuran 59 hastanın demografik özellikleri ve tanı dağılımları incelenmiştir. İncelenen seride cinsel işlev bozukluklarının yüksek oranda (% 76) mekanik bir sorun olarak algılanmakta olduğu saptanmıştır. Hastalarımızın cinsel işlev bozukluğunu bedensel bozukluğa bağlama eğilimi, cinsel bilgi eksiklikleri ile birleştiğinde psikoterapi süreçlerinin uygulanması karşısında önemli bir engel oluşturmaktadır.

Demographic and diagnostic features of 59 cases who had the complaint of sexual dysfunction are investigated. Investigation of the series, revealed that the sexual dysfunction is to be accepted as a mechanical problem as high as % 76. The tendency of association of sexual disorders to organic malfunction, and with the lack of knowledge about sexual affairs, hardens the efficiacy of psychotherapeutic procedures.

Ege Üniversitesi Radyasyon Onkolojisi Anabilim dalında başboyun tümörleri nedeni ile radyoterapi gören hastalarda radyasyonun tükrtik total protein seviyelerine etkisi incelendi. Bunun için tükrtik bezleri radyasyon sahasına giren 10 kişilik bir gurup hastada tedavi öncesi sonrası, 3 ay ve 18 ay sonra tiikrük örnekleri alındı ve total protein seviyeleri saptandı. Bunun yanısıra sağlıklı 10 kişilik bir gruptan da aynı yöntemle tükrük örnekleri alınarak kontrol gurubu oluşturuldu. Radyasyona maruz kalan gruptaki tükrük total protein seviyelerinin akut, subakut ve geç dönemlerdeki değişimleri kontrol gurubuyla ve kaynaklarla karşılaştırıldı. Total protein seviyelerinin tedavi sonrası arttığı, 3 ay sonra normal seviyeye düştüğü ve 18 ay sonra ağız kuruluğu ile beraber normal seviyenin altına İndiği saptandı.

The effects of irradiation on total protein levels of saliva in patients who were irradiated for head and neck tumors were examined in Ege University Department of Radiation Oncology. A group of 10 patients whose salivary glands were involved in the therapy field was formed. Saliva samples were taken before the therapy, at the and of the therapy, 3 months and 18 months after the therapy, Total Protein levels were determined. Besides this a control group of 10 healthy people was formed and saliva samples were taken with the same method. The total protein levels of saliva taken from the irradiated group in the acute, subacute and late phase were compared with the results of control group. It was found that the protein levels were raised after the therapy, became normal 3 months later and decreased with the dryness of the oral cavity after 18 months.

Ocak 1983 ile 1990 yılı sonuna kadar geçen sürede Ege Tıp Fakültesi Radyasyon Onkolojisi Ana Bilim Dalı' na medullablastom ve ependimom tanısı ile başvuran 42 olguya Kraniospinal Radyoterapi uygulanmıştır. Bunların 30' u medullablastom, 12' si infratentgrial veya anaplastik epandimomadır. Olgularımızın 18' i kız, 24' ü erkek olup yaşları 2 ile 47 arasında değişmektedir. Olguların kraniospinal radyoterapi planlamaları BT grafiklerinin yardımıyla yapılmış, 35 olguya kemoterapi uygulanmıştır. 14 olgumuzda 3 yıl hastalıksız yaşam % 78 oranda gerçekleşmiş, bunların % 11'inde radyoterapiye ek olarak polivalan kemoterapi uygulanmıştır.

Craniospinal radiojtherapy has been applied to 42 patients with medullablastoma ependymoma who referred to Radiotherapy Department of Ege University Medical Faculty from January 1983 until the end of 1990. 30 of them were medullablastoma, and 12 were infratentorial or anaplastic ependymoma. 18 patients were female and 24 were male. The ages were between 2-47. Craniospinal radiotherapy was planned according to CTs. 35 patients had taken chemotherapy. Disease free survival for 3 years in fourteen patients was 78 percent. 11 of 14 patients have been treated with polichemothearpy adding to radiotherapy.

Nonfonksiyonel sağ böbreği yanısıra sol üreteropelvik bileşkedeki taşa bağlı hidronefrozu olan bir hastaya konulan nefrostomi kanülünden çok büyük miktarda (30.2 lt/gün) idrar geldiği gözlendi. İdrar çıkış hızı glomerülerfiltrasyon değerine çok yakındı. Ancak tedavi sırasında aşırı sıvı replasmanı yapılmasının diürezin fazla olmasına ve uzun sürmesine neden olacağı söylenebilir.

A patient with a nonfunctional right kidney and a stone in the left ureteropelvic junction causing acute obstruction was observed to produce profuse urine (30.2 lt. per day) through the nephrostomy canula. Urine production rate was very close to the glomerular filtration rate. But high volumes for fluid replacement may result in prolonged and excessive diuresis.

Dehidratasyonla seyreden 4 erişkin gastroenterit olgusunda akut böbrek yetmezliği gelişmiştir. Olguların üçünde sıvı, elektrolit tedavisi, birinde 11 seans hemodiyaliz uygulanmıştır. Bu olgularda akut böbrek yetmezliği oluşturan etken yetersiz sıvı-elektrolit replesmanıdır.

Acute renal failure developed in four adult cases with severe gastroenteritis causing dehidration. Three cases were treated with fluid and electrolyte replacement therapy and last one required hemodiaiysis. As a result, we consider that the main cause of acute renal failure in these cases is insufficient fluid and electrolyte replacement.

Malign nefroskleroz, malign hipertansiyona eşlik eden, hızlı seyırli, erken evrede son dönem böbrek yetmezliği ve ölümle sonuçlanan bir nefropati şeklidir. Malign nefrosklerozda nefrosklerozun mu malign hipertansiyona yol açtığı, yoksa malign hipertansiyonun mu nefroskleroza neden olduğu halen tartışma konusudur. Olgumuz 8 yaşında malign hipertansiyonla başlayan ve 3 yıl sonra böbrek yetmezliği sonucu kaybedilen malign nefrosklerozlu bir kız çocuğudur.

Malignant nephrosclerosis is a form of renal disaese associated with malignant or accelerated hypertension. This relatively uncommon nephropathy in childhood is usually a cause of early end-stage renal failure and death. The patient presented here, is a girl, 8 years old, with malign hypertension has been lost 3 years later due to renal failure.

Yatrojenik periton boşluğu yabancı cisimleri, sanıldığından çok daha sık görülmektedir. Asemptomatik olabildikleri gibi çoğu kez psödotümör, bazan da gastrointestinal kanama ve barsak obstrüksiyonu yapabilmektedir. Konunun sosyal ve adli yönü hekimlik ve özellikle cerrahi mesleğini ciddi boyutlarda ilgilendirmektedir. Az görüldüğü sanılan bu antitenin kabul edilebilir düzeye indirilebilmesi, dikkatleri titiz ve ciddi bir cerrahi teknik ve disiplin üzerinde yoğunlaştırmaktadır.

Iatrogenic foreign bodies in peritoneal cavity are not uncommon. The patients are asymptomatic sometimes, but frequently have a pseudotumor or rarely gastrointestinal obstruction and hemorrhage. The profession of Surgery has been seriously threatened by the social and legal aspects of the iatrogenic causalties. To decrease the iatrogenic foreign bodies to the acceptable levels, it has to be drawn attention to the meticulous surgical technique and careful control of operative pirinciples.

Bilateral travmatik kalça çıkığı olan iki olgu sunuldu. Bunlardan birinde bilateral posterior, diğerinde ise sağda posterior, solda anterior çıkık mevcuttu. İki olgu da süratli kapalı redüksiyonla tedavi edildi ve konsantrik redüksiyon kolaylıkla sağlandı. Hastalar komplikasyonsuz olarak normal işlerine döndüler. Olgularımızın radyolojik ve kemik sintigrafisi kontrollerinde femur başında avasküler nekroz bulgusuna rastlanmadı. Bu kontroller birinci vakada 43 ay sonra, ikinci vakada 8 ay sonra uygulandı.

Two cases who had bilateral traumatic hip dislocation were presented. One of them was bilateral posterior dislocation and other, while posterior dislocation in the right, there was anterior dislocation in the left hip joint. Both were treated by immediate closed reduction and concentric reduction was achieved easily. There was no complication and the patients returned their normal works. We have no evidence of avascular necrosis on femoral head in xray control and bone scan. This control was done 43 months later in the first case and 8 months later in the second case.

Kliniğimize anemi tetkiki için gönderilen bir olguda küçük travmalarla kırık öyküsü vardı. Fizik muayenede hepatosplenomegali saptandı. Kemik grafilerinde tipik osteopetrozis bulgularına rastlandı. Tanı biyokimyasal tetkikler ve kemik biyopsisi ile doğrulandı. Benign osteopetrozisin spesifik bir tedavisi olmadığından hastaya travmalardan korunması önerilmiştir.

A case, referred for the evaluation of anemia, presented with fractures due to trivial trauma and hepatosplenomegaly. X-rays showed typical features of osteopetrosis. The diagnosis was confirmed biochemicaly and biopsy of bone. As there is no spesific treatment for benign osteopetrosis, the patient was advised to avoid trauma.

46 year-old white male patient was operated on twice in a time period of approximately. 3 years. After first operation the histopathological investigation revealed an oligodendroglioma where the second one was reported as an astrocytoma. In association with this case the probability of having mixt texture of gliomas is emphasized.

Two cases of intracranial lipoma had been observed in our clinic. One of them was located in Silvian fissure and the other was at suprasellar region. The lipoma in the Silvian fissure was operated on and total removal was performed. The conclusion, after these two cases, is not to operate on such cases unless either intracranial hypertension or local pressure symptoms are present.

Burada biri kese agenezisi, diğeri mobil kese olan iki kadın hasta sunulmaktadır. Safra kesesi anomalileri sanıldığından sık görülmektedir. Asemptomatik ve insidental olgular yayınlanmadığı için "semptomatik ve komplike anomalilerin insidansı total insidansı yansıtmamaktadır. Sonuç olarak, gerçek insidans ve dağılımı ortaya koyabilmek için komplike olmamış kese anomalileri de araştırılmalı ve yayınlanmalıdır.

Two women have been presented here, one with agenesis and other with mobil gallbladder. Anomalies of gallbladder have been seen more frequent than it is expected. Symptomatic and complicated anomalies may not represent true incidence of gallbladder anomalies. Asymptomatic or uncomplicated cases should also be investigated and published in order to find out real incidence of gallbladder anomalies.