E- ISSN: 3023-6215
ANATOLIAN JOURNAL OF GENERAL MEDICAL RESEARCH - Anatol J Med : 21 (2)
Volume: 21  Issue: 2 - 2011
CLINICAL RESEARCH
1.The Predictive Value Of Gamma-Glutamyl Transferase In Acute Myocardial Infarction And Ischemic Stroke
Bahar Emen, Hüseyin Can, Adife Çetintürk Üstündağ, Mert Özbakkaloğlu, Yusuf Adnan Güçlü
doi: 10.5222/terh.2011.12247  Pages 49 - 53 (1217 accesses)
Amaç: Akut miyokard infarktüsü (AMİ) ve iskemik inmeli olgular ile gama glutamil transferaz (GGT) düzeyleri arasındaki ilişkiyi incelemek. Gereç ve Yöntem: Sınıflandırma için Dünya Sağlık Örgütünün belirlediği kriterler kullanıldı. 110 (26 kadın, 84 erkek) akut miyokard infarktüsü hastası ve 43 (17 kadın, 26 erkek) iskemik inmeli hasta çalışmaya alındı. Olgular akut miyokard infarktüsü, iskemik inme ve hipertansif kontrol grubu olarak üçe ayrıldı. Bulgular: Akut miyokard infarktüsü ve iskemik inme geçiren olgular ayrı ayrı ele alındığında kontrol grubuna göre daha fazla GGT yüksekliğine rastlandı, sırasıyla (p=<0,01) ve (p<0,05). Tüm hasta grupları ele alındığında kontrol grubuna göre daha fazla GGT yüksekliğine rastlandı. (p=<0,01). Sonuç: GGT enziminin; ateroskleroz ile ilişkili olduğu, kardiyovasküler ve serebrovasküler hastalık riskini öngören, basit ve ucuz bir laboratuvar testi olarak kullanılabileceği düşünülebilir.
Aim: To evaluate the relation between serum Gamma- Glutamyl transferase (GGT) levels in patients with acute myocardial infarction (AMI) and ischemic stroke. Material and Methods: A hundred and ten patients (26 female, 84 male) with akut miyokard infarktüsü and 43 patients (17 female, 26 male) with ischemic stroke were evaluated. WHO criteria was used for the classification of akut miyokard infarktüsü and ischemic stroke. Patients were divided into three groups akut miyokard infarktüsü and ischemic stroke groups and hypertensi, on as control group. Findings: Serum GGT levels in the patients with akut miyokard infarktüsü in the ischemic stroke were compared with the higher in first two groups comparing group (p<0,05) and (p<0,01) respectively. The serum GGT levels were significantly in the control group with a statistical significance, (p<0,01). Conclusion: The enzyme Gamma- Glutamyl Transferase might be associated with atherosclerosis and predict the risk of cardiovascular and cerebrovascular disease. It can be used as a laboratory test for being simple and inexpensive.

2.Our Clinical Approach To The Tongue Lesions: 123 Cases
İbrahim Çukurova, Murat Gümüşsoy, Aytekin Yaz, Ümit Bayol, Orhan Gazi Yiğitbaşı
doi: 10.5222/terh.2011.34298  Pages 55 - 59 (2898 accesses)
Amaç: Bu çalışmada, dilin kuşkulu lezyonlarından alınan biyopsilerin histopatolojilerinin gözden geçirildi ve dil kanserli hastaların tedavi yöntemleri ve sonuçları geriye dönük incelendi. Gereç ve Yöntem: Ocak 2001 ile 2011 arasında dilde kitle tespit edilen 123 hastadan alınan biyopsilerin histopatolojik sonuçları geriye dönük olarak gözden geçirilmiştir. Kanser tanısı alan 35 hastadan ameliyat olan 27 hastanın tedavi yaklaşım ve sonuçları değerlendirilmiştir. Bulgular: 123 kuşkulu dil lezyonu biyopsilerin histopatolojik değerlendirme sonuçlarında; yassı hücreli karsinom (34 olgu), berrak hücreli karsinom (1 olgu) ve geri kalan 88 olguda çeşitli benin patolojilerin başında piyojenik granülom (15 olgu ), papillom ve akantoz parakeratoz (14er olgu), kronik ülseröz-yangı (13 olgu), hemanjiom (12 olgu) sonuçlanmıştır. Kanser tanısı alan 35 hastanın 27’si kliniğimizde opere edilmiştir. Altı hasta inoperabl (ileri evre) olarak değerlendirildi. İki hasta operasyonu kabul etmedi ve Tıbbi Onkolojiye yönlendirildi. Histopatolojik olarak kanser tanısı alan hastalara tümörün durumuna göre glossektomi tipleri ve boyun diseksiyonu girişimlerinden uygun olanlar seçildi. Hastalarımız 12-108 ay (ortalama 24 ay) izlendi. Sonuç: Erken dönemde kolay tespit edilebilen dil kanserlerinin hızla yayılması ve boyuna metastaz yapması söz konusudur. Kanser cerrahisindeki erken dönemde konulan doğru tanı ve yapılacak uygun tedavinin yaşam kalitesi ve süresi üzerinde çok olumlu etkileri vardır. Dilde rastlanılan her kitlenin kanser olmadığı, kanser tanısı alan hastaların ise erken tedavi protokolü ile yaklaşılması durumunda, yaşam süresi ve kalitesinin geç kalınmış vakalara göre yüzgüldürücü derecede artabileceğini vurgulamaktır.
Aim: In this study, the hystopathology of tongue biopsies taken from suspicious lesions reviewed and tongue cancer patients treatment modalities and results are presented together. Material and Method: Between January 2001 and January 2010 the tongue masses detected 123 patients histopathologic results of biopsy materials were reviewed retrospectively. The treatment modalities and follow-up results of operated 27 patients in 35 patients with a diagnosis of cancer were evaluated. Findings: The histopathologic results of 123 patients with suspicious tongue lesions, have been reported as; follows 34 squamous cell carcinomas, 1 clear cell carcinoma, 15 pyogenic granulomas, 14 papillomas, 14 acanthosis parakeratosis, 13 ulcerous-chronic inflammation, 12 hemangiomas, 9 Irritation fibroma, 5 fibroepiteliyal polyp, 2 pseudoepiteliyal hyperplasia, 2 neuromas, 1 fibrovascular granulation tissue and 1 rabhdomyom. Twentyseven of the 35 patients who have been diagnosed with cancer operated in our clinic. Six patients (advanced stage) were evaluated as inoperable. Two patients refused surgery and referred to medical oncology. The types of glossectomy and neck dissection selected according to the condition of tumor, which are appropriate, as histopathologically diagnosed cancer patients. All patients were followed postoperative 12-108 months (median 24 months). Conclusion: The rapid spread tongue cancers; can be easily detected at early stages and metastases to the neck. As a result of an accurate diagnosis and appropriate treatment at an early stage in cancer surgery has the right proportions with the life quality. Our aim is to emphasize that all tongue masses is not cancer, if appropriate early treatment protocol is planned to patients diagnosed with cancer, survival and quality of life would be better compared with delayed cases.

3.Evaluation Of The Incidence Of Euthyroid Sick Syndrome In Acute coronary Syndrome
Adife Çetintürk Üstündağ, Hüseyin Can, Bahar Emen, Mert Özbakkaloğlu
doi: 10.5222/terh.2011.10506  Pages 61 - 65 (1292 accesses)
Amaç: Birçok hastalık seyrinde ve akut stres durumlarında ortaya çıkan ötiroid hasta sendromunun, hastanemize başvuran ve akut koroner sendrom (AKS) tanısıyla koroner yoğun bakım ünitesinde izlenen hastalardaki sıklığını ve özelliklerini araştırmaktı. Gereç ve Yöntem: Ocak 2009-Haziran 2009 tarihleri arasında İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi koroner yoğun bakım ünitesine AKS tanısıyla yatırılarak tedavi edilen 41’i (%58.6) erkek, 29’u (%41.4) kadın 70 hasta çalışmaya alındı. Tüm hastaların dosyaları geriye dönük incelendi. Bulgular: Çalışma sonunda diğer sistemik hastalıklarda görülme oranı yaklaşık %40 olan ötiroid hasta sendromu sıklığı AKS tanılı hastalarda %41.4 oranında bulundu. Kararsız angina pektoris tanılı hastaların %25.7’inde, ST yükselmesi akut miyokard infarktüsü tanılı hastaların %11.4’ünde ve ST yükselmesi olmayan akut miyokard infarktüsü tanılı hastaların %4.3’ünde ötiroid hasta sendromu saptandı. Ötiroid hasta sendromunun baskın formu olan düşük T3 sendromu %27.1 oranında tespit edildi. Düşük T3,T4 sendromu %7.1 oranında, yüksek T4 sendromu %4.3 oranında ve düşük TSH,T3,T4 sendromu %2.9 oranında bulundu. Sonuç: Akut koroner sendrom tanılı hastaların tiroid hormon düzeyleri metabolik olarak bulgu vermemekle beraber düşmekte ve sık olarak sınır düzeylerinin altına inebilmektedir. Bu durum ötiroid hasta sendromu olarak tanımlanmakta ve başka hastalıkların seyri esnasında da sıkça rastlanmaktadır. Geçici bir klinik antite olmakla beraber akut miyokard infarktüsünde sınır düzeylerinin altına inmiş serbest T3 (ST3) düzeyleri kötü prognozla ilişkilendirilmiştir. Bu nedenle ötiroid hasta sendromu’nun değişik tipleri tanınmalı ve klinisyenin dikkatini çekmelidir.
Aim: To search the frequency and features of euthyroid sick syndrome, which occurs during the course of many diseases and acute stress syndrome, in patients admitted to our department with acute coronary syndrome. Material and Method: Seventy patients comprised of 41 (%58.6) men and 29 (%41.4) women with acute coronary syndrome were admitted to İzmir Tepecik Training and Research Hospital coronary care unit between January and June 2009. All the data of the patients were evaluated from hospital records retrospectively. Findings: The frequency of euthyroid sick syndrome in patients with acute coronary syndrome to be 41.4%, while it was 40% in other systemic diseases. The frequency of euthyroid sick syndrome was 25.7% in patients with unstable angina pectoris, 11.4% with ST elevated myocardial infarction and 4.3% in patients with non-ST-elevated myocardial infarction. Low T3 syndrome, the dominant form of euthyroid sick syndrome, was 27.1%. Low T3, T4 syndrome was 7.1%, high T4 syndrome was 4.3 % and low TSH, T3, T4 syndrome was 2.9%. Conclusion: Serum levels of the tyroid hormones in patients with acute coronary syndrome may decrease even below reference ranges without showing metabolic symptoms. This condition is defined as euthyroid sick syndrome and can be frequently seen with other diseases. This is a temporary, but not an ignorable clinical situation. The low serum level of free T3 in acute myocardial infarction is associated with poor prognosis. Thus, different types of Euthyroid Sick Syndrome must be identified and clinicians must pay their utmost attention to the case.

4.The Diagnostic Value Of Anti-Cyclic Citrullinated Peptide And Rheumatoid Factor In Rheumatoid And Psoriatic Arthritis
Ayten Yazıcı, Zeki Yumuk, Ayşe Cefle
doi: 10.5222/terh.2011.72462  Pages 67 - 71 (1118 accesses)
Amaç: Bu çalışma romatoid artrit (RA) ve psöriatik artritli (PsA) hastalarda anti-siklik sitrülinlenmiş peptidin (anti-CCP) ve romatoid faktör (RF) IgG-IgA-IgM’in tanısal değerini belirlemek için yapılmıştır. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmaya 69 RA’lı ve 41 PsA’lı hasta alındı. Her iki grupta anti-CCP, RF IgG, IgA, IgM Antikorları ölçüldü. Bulgular: RA’lı hastalarda Anti-CCP ve RF IgG, IgA, IgM sıklıkları (sırası ile %56.5, %12, %49, %65) PsA’lı hastalara (sırası ile %12, %5, %12, %22) göre anlamlı olarak daha yüksek bulundu (p=0.000). RA ve PsA’lılarda RF IgM pozitif ve RF IgM negatif hastalar arasında bir altgrup analizi yapıldığında RF IgM pozitif hastalarda, anti-CCP sıklığının ve RF IgA pozitifliğinin RA grubunda daha yüksek olduğu bulundu. Sonuç: Anti-CCP ve RF IgM’in RF IgA ile birlikte RA ve PsA ayırıcı tanısında yararlı olabilir.
Aim: This study was performed to assess the diagnostic value of Anticyclic citrullinated peptid (anti-CCP) and Rheumatoid factor (RF) IgG – IgA – IgM for in patients with RA and Psoriatic arthritis (PsA). Material ve Method: In this study, 69 patients with RA (mean age, 48,94 ± 10,52 years) and 41 patients with PsA (mean age; 46,76 ± 11,15 years) were included. We measured anti-CCP, RF IgG, IgA, IgM antibodies for each groups. Findings: In patients with RA, the anti-CCP positivity and the RF IgG, IgA and IgM positivities (56.5%, 12%, 49%, 65%, respectively) were significantly more frequent than in patients with PsA (12%, 5%, 12%, 22%, respectively) (p=0.000). When it was done a subanalysis between RF IgM positive and RF IgM negative patients with RA and PsA; it was found that frequencies of anti-CCP and RF IgA positivity were more common in RA groups among RF IgM positive patients. Conclusion: From the findings of this study we can conclude that the presence of anti-CCP and RF IgM with RF IgA could be useful to make differential diagnosis between RA and PSsA.

5.In Infertile Patients Comparison Of Diagnostic Values Of Laparoscopy And Hysterosalpingography
Hakan Yetimalar, Meltem Seğmen, Burcu Kasap, Ferit Soylu, Külal Çukurova, Aşkın Yıldız, Adnan Keklik, Aykut Özcan
doi: 10.5222/terh.2011.43435  Pages 73 - 78 (1056 accesses)
Amaç: İnfertil olgulardaki laparoskopik bulguları geriyedönük incelemek ve saptanan pelvik patolojileri sınıflandırmak, yapışıklıklar adezyonları ve endometriyozisi Amerikan Fertilite Derneği Sınıflaması'na göre skorlamak, infertil olgularda laparoskopi ile histerosalpingografinin tanısal değerlerini karşılaştırmaktır. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada Ocak 2004-Haziran 2008 tarihleri arasında İzmir Atatürk Eğtitim ve Araştırma Hastanesi 2. ve 3. Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniklerinde laparoskopi uygulanan 65 infertil olgunun sonuçları geriye dönük incelendi. Pelvik yapışıklıklar ve endometriyozis olguları Amerikan Fertilite Derneği sınıflamasına göre puanlandı ve primer ile sekonder infertil olgulardaki dağılım oranları saptandı. Hastalar histerosalpingografi ile tubalardan radyokontrast madde geçişine ve Laparoskopi deki metilen mavisi geçişlerine göre gruplandırıldı. Ayrıca hastalar histerosalpingografi ve Laparoskopi’deki morfolojik patolojilerine göre gruplandırılarak sonuçları karşılaştırıldı. Bulgular: Olguların % 32,30'unda normal genital bulgu, % 29,23'ünde tubal patoloji, % 3,07'sinde ovarian patoloji, %26,15'inde uterin patoloji, % 10,76'sında endometriyozis saptandı. Eşzamanlı tubal ve ovaryan patoloji saptanan ve endometriyozis bulunan hastalarda da toplam % 27,66 oranında pelvik adezyon saptandı. Toplam adneksiyel adezyon sayısı 17 idi.Kırkyedi primer infertil olgunun 13’ünde (% 27,65), 18 sekonder infertil olgunun 4’ünde (% 22,22) adneksiyel yapışıklık saptandı. Minimal ve hafif yapışıklık oranı % 41,17, orta ve ciddi yapışıklık oranı % 58,82 olup bu yapışıklık ağırlıklı olarak primer infertil olgularda saptandı. 7 endometriyozis olgusunun 5'inde minimal, birinde orta, birinde ciddi düzeyde endometriyozis saptandı. Primer infertil olguların beşinde, sekonder infertil olguların ise ikisinde endometriyozis saptandı. HSG’nin tubalardaki morfolojik patolojiyi saptamadaki pozitif belirleme değeri % 83,6 (71,2-92,2) iken, negatif belirleme değer % 89,3 (80,1-95,3) olarak tesbit edildi. Ayrıca histerosalpingografi’nin tubalardan geçişi saptamadaki pozitif belirleme değeri % 99 (94,3-100,0) ve negatif belirleme değeri ise% 61,8 (43,3-78,1) olarak tesbit edildi. Histerosalpingografi ve Laparoskopi tubal morfolojideki patolojiyi saptamada ve tubal geçişi göstermede birbirleri ile uyumlu olduğu tesbit edilmiştir (p=0,000 ve p=0,000). Sonuç: Kadın infertilitesinde diagnostik alanda, histerosalpingografi ile Laparoskopi tubal morfoloji ve tubal geçiş saptanmasında sonuç olarak birbirleri ile uyumlu iki tanı aracıdır.
Aim: To analyze the laparoscopic findings in infertile cases retrospectively and to classify the detected pelvic pathologies, to according to classification of American Fertility Society, to compare the diagnostic values of laparoscopy and hysterosalpingography in infertile cases. Material and Method: In this study, results of 65 infertile females who underwent laparascopy in our department between January 2004 to June 2008 were analyzed retrospectively. Pelvic adhesions and endometriosis cases were classified according to American Fertility Association classification and distribution ratios in primary and secondary infertile cases were detected. Patients were grouped according to radiocontrast medium passage from fallopian tubes in hysterosalpingography and methylene blue passage in laparoscopy and additionally according to morphologic pathologhies in laparascopy and results were compared. Findings: Of the cases, normal genital findings were detected in 32.30%, tubal pathology was detected in 29,23%, ovarian pathology was detected in 3,07%, uterin pathology was detected in 26,15%, endometriosis was detected in 10,76%. Pelvic adhesions were detected in 27,66% of patients having tubal, ovarian pathologies and endometriosis concurrently.. Total adnexial adhesion number was 17. Adnexial adhesions were detected in 13 of 47 primary infertility cases (27,65%) and in 4 of 18 secondary infertility cases (22,22%). Ratio of minimal and mild adhesions was 41,17%, ratio of moderate and severe adhesions was 58,82% and vast majority of these adhesions were detected in primary infertility cases. Minimal endometriosis was detected in five of seven endometriosis cases, moderate endometriosis was detected in one and severe endometriosis was detected in one of the cases. Endometriosis was detected in five of primary endometriosis cases and in two of secondary endometriosis cases. While positive predictive value of hysterosalpingography in detection of morphologic pathology in tubes was 83,6% (71,2-92,2), negative predictive value was detected as 89,3% (80,1-95,3). Additionally, positive predictive valueof hysterosalpingography for detection of tubal passage was detected as 99% (94,3-100) and negative predictive value was detected as 61,8% (43,3-78,1). Hysterosalpingography and Laparoscopy was found to be consistent with each other in detection of pathology in tubal morphology and tubal passage (p=0,000 ve p=0,000). Conclusion: In diagnostic area of female infertility, hysterosalpingography and Laparoscopy have similar suces rate in detection of tubal morphology and tubal patency.

6.Risk Factors For Pregnancy Anxiety And Depression: Assessment In 452 Cases
Bahriye Arslan, Akif Arslan, Selami Kara, Kurtuluş Öngel, Muhittin Tamer Mungan
doi: 10.5222/terh.2011.45398  Pages 79 - 84 (3723 accesses)
Amaç: Bu çalışmanın amacı, polikliniğimize başvuran gebelerin sosyodemografik özelliklerini belirlemek ve bunların depresyon, anksiyete ile ilişkisini araştırmaktır. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Polikliniğine Temmuz 2009-10 tarihleri arasında başvuran 452 hasta alınmıştır. Çalışmaya alınan gebelere sosyodemografik anket formu ve Hastane Anksiyete ve Depresyon Ölçeği uygulanmıştır. Bulgular: Çalışmamızda Hastane Anksiyete ve Depresyon Ölçeğine göre gebelerin %28,8’inde (s: 130) anksiyete bulguları, %35,0’inde (s: 158) depresyon semptomları bulunmuştur. Eğitim düzeyi ve aylık gelir düşüklüğü, ev kadını olma, gebelik sırasında çalışmama, sigara kullanımı, toplam gebelik, yaşayan çocuk, ölü doğum ve düşük sayıları gibi sosyodemografik özellikler ile gebelikteki anksiyete ve depresyon sıklığında anlamlı bir paralellik saptandı. Sonuç: Gebelerde anksiyete ve depresyon azımsanmayacak oranlarda (sırasıyla %29 ve 35) görülmektedir. Bununla ilişkili etkenlerin araştırılması gebelerin sağlık eğitimine önemli katkı sağlar.
Aim: To determine the socio-demographic features associated with anxiety and depression in pregnant women. Material and Method: 452 patients who consulted the Obstetrics and Gynecology Outpatient clinic of the Süleyman Demirel University between July 2009 and July 2010 have been involved in this study. The pregnants who were involved in the study have been applied a sociodemographic questionnaire form and Hospital Anxiety and Depression Scale. Findings: In our study, 28,8% (n: 130) of the pregnant had anxiety symptoms and 35% (n: 158) of the pregnant had depression symptoms. Socio-demographic features such as educational level, monthly income, occupation, working during pregnancy and smoking; pregnancy related conditions such as total gestation number, living child number and number of dead child and abortion were detected as the related factors with anxiety and depression symptoms during pregnancy significantly. Conclusion: Anxiety and depression are not seen infrequently in pregnants. Researching of the related factors about anxiety and depression in the pregnant women provides important contributions of their health education.

7.The Evaluation Of The Training And Research Of The Cleaning Personnel Working At Tepecik Training Hospital, On The Nosocomial Infections And Hospital Hygiene
Şükran Köse, Selma Gül, Gürsel Ersan, Süheyla Serin Senger, Gül Bülbül Maraş
doi: 10.5222/terh.2011.54265  Pages 85 - 90 (1145 accesses)
Amaç: Bu araştırma, hastanemizde çalışan temizlik personelinin hastane temizliği, klor tablet kullanımı, iş kazası, eldiven kullanımı, tıbbi atıklar ve hepatit ile ilgili bilgi düzeylerinin eğitim önce ve sonrasını değerlendirmek amacı ile tanımlayıcı bir çalışma olarak planlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya katılan 210 temizlik personeline eğitim önce ve sonrası 13 soruluk anket formu uygulanmıştır. Bulgular: Araştırmaya katılan temizlik firması elemanlarının yaşları 19 ile 48 arasında (ort: 28.8±13.3) değişmekte olup, %58.6’sı erkek, %41.4’ü kadındı. Temizlik personelinin %54.8’i ilkokul mezunuydu. Temizlik personeli olarak çalışma süresi ile ilgili soruya verilen yanıtlar değerlendirildiğinde %55.7’si 0-12 ay arası çalışma süresi olanlardı. Temizlik personelinin çalışma sırasında %9.04’ünün iş kazası geçirdiği saptandı. Kazaların dağılımlarına bakıldığında ilk sırayı %47.4 ile kesici delici alet yaralanması aldı. Hepatit hastalığı için risk altında olup olmadıklarına dair sorulan soruya temizlik personelinin %94.3’ünün evet cevabı verdiği saptandı. Hepatit hastalığının bulaşma yolu ile ilgili soruya personelin %79.4 ‘ünün doğru yanıt verdiği saptandı. Doğru eldiven kullanımı ile ilgili soruya eğitim öncesi temizlik personelinin %78.5’i doğru yanıt verirken eğitim sonrası bu oran %82.9’a yükseldi. Kesici-delici aletlerin atılması ile ilgili soruya eğitim öncesi personelin %36.8’i doğru yanıt verirken, eğitim sonrası bu oran %53.3’e yükseldi. Sonuç: Hastane infeksiyonlarının oluşum ve önlenmesinde sağlık ve temizlik personelinin yaklaşımları önemli bir faktördür. İnfeksiyon kontrolü ile ilgili protokolleri kurullar belirlemesine karşın, bunları uygulayacak olan tüm hastane personelinin, bu konuda duyarlı davranmaları önemlidir. Cinsiyet, yaş, eğitim durumuna ve çalışma sürelerine bakılmaksızın tüm hastane personelinin belli aralıklarla hizmet içi eğitim programlarına tabi tutulması gerekmektedir. Eğitimin belli aralıklarla tekrarlanmasının hedeflenen davranış değişikliğinin oluşmasını sağlayacağı düşünülmektedir.
Aim: This study was planned as a descriptive trial to evaluate the knowledge levels of cleaning personnel, who work at Izmir Tepecik Training Research and Hospital, before and after the internal education program about hospital hygiene, chlorine tablets use and medical waste. Materials and Methods: A survey of 13 questions was administered before and after the training lectures to 210 cleaning personel. Findings: Age range of personnel of the cleaning firm was 19-48 years old (mean: 28.8±13.3 years), and 58.6% was male. 54.8% of the personnel were graduated only from the primary school. 55.7% of personnel was since of working 0-12 months 9.04% of the personnel were experienced an occupational injury during work. Incisory and perforating injuries were at the first line with 47.4% in distribution of injury types. Cleaning personnel answered “Yes” at a ratio of 94.3% to the question whether they were under the risk of hepatitis. 79.4% of the personnel answered correctly the question about the route of getting hepatitis infection. The question about the accurate glove use was answered correctly by 78.5% of the personnel before the lecture, whereas the ratio was increased to 82.9% after the lecture. The question about the discharge of incisoryperforating tools was answered correctly by 36.8% of the personnel before the lecture, whereas the ratio was increased to 53.3% after the lecture. Conclusion: Behaviors of the cleaning personnel as well as the healthcare staff are important factors in both constitution and prevention of nosocomial infections. Although committees define the protocols to control infections, the sensitivity of the all hospital personnel, who apply these protocols, about this issue is very important. It is required that all of the hospital personnel should receive in-service training programs periodically regardless of age, gender, education level and working duration. Periodical repetitions of the training are supposed to provide the targeted behavioral changes in individuals.

CASE REPORT
8.A Rare Injury: Anterior Shoulder Fracture-Dislocation With Ipsilateral Humeral Shaft Fracture
Mert Kumbaracı, Levent Karapınar, Ahmet Kaya, Mustafa İncesu, Ahmet Savran
doi: 10.5222/terh.2011.17894  Pages 91 - 94 (1196 accesses)
Bu çalışmamızda tuberkulum majus ve anterior Hill-Sachs lezyonu olan anterior omuz çıkığı ve aynı taraftaki humerusun cisim kırığının birlikte olduğu olgumuzu sunmaktayız. Genel anestezi altında tekrarlayan kapalı redüksiyon manevraları ile hastanın omuz çıkığı düzeltilmesi başarısız oldu. Humerusun proksimal kısmından geçirilen Kirschner telleri yardımıyla omuz çıkığı redükte edildi. Humerus cisim kırığı açık redüksiyon ve kilitli kompresyon plağı ve vidalar ile tedavi edildi. Operasyondan bir yıl sonra hastanın sağ omzunda hafif dışa rotasyon ve fleksiyon kısıtlılığı dışında tama yakın hareket genişliği vardı.
Here we present a case with anterior shoulder dislocation with greater tuberosity fracture with anterior Hill-Sachs lesion and shaft of humerus fracture. Repeated attempts for closed reduction with manual manipulation of the dislocated shoulder failed. Under general anesthesia the dislocation was closely reduced by means of Kirchner wires passed through the proximal part of humerus. Humeral shaft fracture was treated by open reduction and internal fixation by locking compressive plate and screws. One year after the operation the patient had nearly full range of motion on her shoulder except slight limitation of the external rotation and flexion.

9.Late Complication In Patient With Traumatic Diaphragmatic Defect: Internal Hernia
İsmail Sert, Semra Salimoğlu, Metin Karadeniz, Kemal Peker, Mustafa Emiroğlu, Cem Karaali
doi: 10.5222/terh.2011.35002  Pages 95 - 98 (1039 accesses)
Bu makalede penetran toraks travması geçiren ve 9 ay sonra travmatik diyafragma hernisi tanısı konan 29 yaşında bir erkek hasta sunulmuştur. Dokuz ay önce konservatif olarak tedavi edilen ve barsak tıkanıklığı yakınmalarıyla acile gelen hastada Bilgisayarlı Tomografide sol hemitoraksta abdominal organların oluşturduğu hava-sıvı seviyesi görüldü. Abdominal eksplorasyonda, sol diyafragmada 10 cm’lik iki ayrı diyafragma defekti vardı. Midenin; medyal defekten, transvers kolon, omentum ve dalağın; lateral diyafragma defektinden fıtıklaştığı görüldü. Bu olgu sunumun künt veya penetran karın ve toraks travması geçirmiş hastalarda diyafragma yaralanması olasılığını hatırlatacağına inanıyoruz.
A 29 year old male patient who experienced penetrating thoracic trauma and had diagnosis of traumatic diaphragmatic hernia nearly 9 months later is presented here. Nine months before the patient was managed conservatively. The patient was referred to our emergency room complaining of intestinal obstruction symptoms. Computed tomography scan revealed fluid level formed by the abdominal organs in the left hemi-thorax. During abdominal exploration, two different 10cm of diaphragmatic defects located in left diaphragm were seen. Stomach was found to be herniated through the medial defect and transverse colon, omentum and spleen were herniated through the lateral diaphragmatic defect. We believe that this case report serves a useful reminder suspicion for diaphragmatic injuries in patients with a history of blunt or penetrating thoracic trauma.

10.Does Transitional Type of Meningioma Indicate Recurrence Risk Alone?: A Case Report
Mustafa Barutçuoğlu, Cüneyt Temiz, Aydın İşisağ, Mehmet Selçuki, Gülden Diniz
doi: 10.5222/terh.2011.88886  Pages 99 - 102 (1401 accesses)
Meningiomlar, meningotelyal hücrelerden gelişir ve tüm intrakraniyal neoplazmların 1/5 kadarını oluşturur. Dünya Sağlık Örgütünün 2007 meningiom sınıflaması temel alındığında; transisyonel tipte meningiomlar derece 1 non-glial tümörlerden olup, düşük yineleme oranı gösteren, daha az saldırgan tümörlerdendir. Genellikle tümörün histopatolojik tipi en önemli yineleme belirleyicisi olmakla birlikte tek başına yeterli bir kıstas değildir. Benign özellikli meningiomlarda, genellikle tümörün total çıkarımı ile kür beklenir. Tümörün yerleşiminden rezeksiyonuna, histolojik derecesinden radyolojik bulgulara dek birçok faktörün nüks üzerinde etkili olduğu düşünülmektedir. Bu yazıda, olasılıkla hamilelik öyküsü nedeni ile histolojik tipi gereği, beklenin aksine hızlı büyüme göstererek ciddi semptomlara yol açmış ve histopatolojik olarak transisyonel tip meningioma tanısı konmuş bir olgu sunulmuştur.
Meningiomas arise from meningothelial cells and are about one fifth of all intracranial neoplasms. According to the classification of meningiomas based upon the World Health Organization (WHO) 2007, transitional type meningiomas are grade 1 nonglial tumors and are tend to have low recurrence, low aggressive behavior risk. Generally histopathological type of tumor is as well as being the most important recurrence criteria but cannot be sufficient alone. Meningiomas with benign characteristics usually expected to be cured thoroughly by the gross total resection of the tumor. Wide extend of many factors from the tumor site and surgical resection grade to radiological aspects were thought to affect the recurrence of the tumor. In this paper, a transitional type meningioma patient with pregnancy background, contrary to expectations, had rapid increase and severe symptoms due to histological type, was presented.

11.A Case Of Ovarian Ectopic Pregnancy
Hakan Yetimalar, Burcu Kasap, Külal Çukurova, Adnan Keklik, Aşkın Yıldız
doi: 10.5222/terh.2011.31855  Pages 103 - 104 (1199 accesses)
Bu olgu sununumdaki amacımız çok nadir görülen ovaryal gebelik olgusunu tartışmaktır. Kliniğimizde 2005-2011 yılları arasında sadece tek overyal gebelik olgusu tesbit edilmiştir. Olgumuz 22 yaşında, 2 çocuklu olup karın ağrısı ile başvurmuştur. Overe kama rezeksiyonu yapılarak ovarian ektopik gebelik tanısı intraoperatif ve histopatolojik değerlendirme ile doğrulanmıştır. Bu olgunun klinik bulguları ve semptomları diğer herhangi bir ektopik gebelik olgusuna benzememektedir.
Our aim is to discuss an uncommon ovarian pregnancy case. There had been only one case of ovarian ectopic pregnancy case between 2005- 2011 at our Department. Our case was a 22 years old woman with multiparity and admitted with abdominal pain. Her clinical diagnosis was ectopic pregnancy. Ovarian wedge resection was performed and the diagnosis of ovarian ectopic pregnancy was confirmed intraoperatively and histopathologically. All clinical signs and symptoms of this case resemble to any of ectopic pregnancy case.

LookUs & Online Makale